2. Sayfa - Toplam 5 Sayfa var BirinciBirinci 1234 ... SonuncuSonuncu
Toplam 42 sonuçtan 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.
  1. #11
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    15 Ocak 2011 Cumartesi
    Japonya'da tur devam ediyor.

    "Japonya'ya vardı" diyip, "tur bitti." diyenler vardı. Tam tersine daha da hareketlendi.
    ^_^



    Gönderen Gurkan Genc zaman: 06:08 8 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    07 Ocak 2011 Cuma
    Japonya'dan birkaç detay....

    Bu ülkede kablosuz internet (wi-fi) yok denecek kadar az. Sebebi ülke pahalı olduğundan internet de pahalı. Şimdi hatırlamıyorum Türkiye'deki fiyatları fakat burada internet cafede 1 saat oturdunuz mu fiyat 8 liraya denk geliyor, 10 liraya kadar da gidiyor. Eee şimdi adam wi-fi neden kullandırsın ki, internet pahalı. Mcdonalds'larda, Starbucks'larda, güzel restoranlarda falan wi-fi yok, sadece otellerde var. Japonya'da şehrin göbeğinde kaç defa kamp attım. Bir tane açık wi-fi bulamadım..

    Mesela kredi kartı konusuda çok enteresan. Ben master kart kullanıyorum.. Marketlere giriyorsunuz master ve visa amblemini görüyorsunuz, alışveriş yapıyorsunuz fakat kasada kredi kartınız kullanılamıyor. Neden? Çünkü adamların makinaları sadece Japonya'daki bankaların master ve visa kartlarını kabul ediyor.. Master kartın geçtiği atm makinası bulmaksa inanılmaz zor. Osaka'da bile 1 saat banka ve atm aradım.

    Sokaklar arasında dolanıyorsunuz, yahu tepeniz elektirik telleri, telefon telleri, ne ararsanız var. Ana caddeler bile öyle kardeşim. Bizim ülkemizde bunların çoğu toprak altına girdi bunlarda niye dışarıda? Hükümet bu inşaat yasasını 1950'lerden beri değiştirememiş.. Japonya'da öyle yasa çıkartmak, kanun değiştirmek falan 300 sene öncesinden başlıyor. Kolay değil yani bizdeki gibi.. Ama kolay olan bir şey anlatayım size. İnsan yaşamı ve refahı üzerinde en ufak hata yapan görevli istifa ediyor. İstifayı geç, canına kıyanı var bu sebepten ötürü..

    Ülkeye girdiğimden beri herkesin elinde bir cep telefonu, kafalarını kaldırmıyorlar; caddede, metroda, sokakta yürürken hep o cep telefonları ile mesajlaşma halindeler. Bizim ülkemizde araba kullanırken dikiz aynasına bakıp makyaj yapan kadınlar çok gördüm.. Burada bisiklet kullanırken aynı zamanda telefonda mesaj yazan veya makyaj yapan kızları görmek mümkün. : ) Yahu ne var bu el kadar cep telefonlarının içinde, neden herkes bu kadar haşır neşir bu telefonlarla onu da öğrendim. İnanılmaz zincirleme olaylarla karşılaştım.

    Bu Japon milletinin erkekleri onurlu oldukları kadar utangaçlar da. Kadınlar bebek gibi giyinseler de, bak bu da ayrı bir konuydu ama hazır demişken teğet geçmeyelim.. Dışarısı 0 (sıfır) derece, Osaka'da yaşayan bayanların %70 i dizüstü çorap, mini etek veya şort şeklinde takılıyor. Moda konusunda, giyim kuşam konusunda sanırım ne Avrupa ne de başka yer yarışamaz.. Louis Vuitton'ın dünyadaki en büyük mağazası Paris'de değil, Tokyo'da. Osaka'da sokaklarda gezin, çakma ürün giyen kimseyi bulamazsınız. Bir dükkan gördüm; Louis Vuitton ürünleri satıyordu, "Aha normal dükkanından ucuz bunlar, çakma mı acaba dedim?" ama öğrendim ki ikinci el Louis Vuitton'larmış ve bu mağazalar da gayet şık. Chanel, Guess, Dior, Kenzo, Armani, Dolce, Versace.. Sokakta bu dükkanlardan kaç tane var sayamadım, hepsi markanın kendi dükkanları. Peki neden böyle? İşte bunun hepsi erkeklerden kaynaklanıyor hahaha. : )

    Japon erkeği utangaç dedik. Bu adamlar sevdikleri insanlara "Seni seviyorum." diyemiyorlar. Veya bir yerde beğendikleri birinin karşısına geçip konuşamıyorlar, duygularını ifade edemiyorlar. O yüzden bütün erkekler cep telefonundan mesaj atmayı her şeyi öncelikle sanal dünyada paylaşmayı tercih ediyorlar. Bizim ülkemizde de bu durum var. Fakat bunlarınki psikopatlık durumunda. Kafalar önlere eğilmiş, eller sürekli cep telefonunda.

    Fakat Japonya'da son yıllarda popülasyon da düşmekte ve yaşlanmakta. Aslına bakarsınız nüfusları bizden fazla, 130 milyon insan yaşıyor bu adada ve adacıklarda. Ne yazık ki genç neslin nüfusu çok az. Devlet evlenmeye teşvik etse de kadın milleti istemiyor. Neden? Günümüz Japonya'sında kadınlar iş hayatında iyi konumdalar. Evlilik olduğunda öncelikle kadın kazandığı parayı ortak yaşam ve çocuklar için kullanıyor. Evlendikten sonra kocalarını pek göremiyorlar. Çünkü kocaları sürekli iş yemeklerinde, sürekli toplantılarda. Aynı zamanda erkekler çocukları ile nerdeyse hiç ilgilenmeye vakit bulamıyorlar. Çocuğu yetiştirmek tamamı ile anneye kalıyor ve kocanın annesi hayatta tek başına kaldığında da kadının aynı zamanda ona bakma yükümlülüğü de var. Eh bu durumda yeni nesil Japon kadınları da evlenmeye uzak bakıyorlar ve ailelerinin evinde yaşamaya devam ediyorlar.

    Ailelerinin evinde yaşayan bu Japon kızlarının ev, elektrik, su ve benzeri faturaları ödeme yükümlülükleri olmadıkları için kazandıkları tüm parayı alışverişe yatırıyorlar. Kazandıkları para da çok iyi ve paranın değeri de olunca dünyanın tüm iyi markalarının en büyük dükkanları da Japonya'da oluyor. : ) Öyle çakma ürün falan yok bu ülkede. Yurt dışından Japonya’ya Osaka veya Tokyo'ya giden turist kadınlarda kafayı sıyırıyorlar. Bunun canlı canlı şu anda kaldığım otelde görüyorum. Kadınların hepsi her gün alışverişte.. Kimisi ikinci valizini alıyor, kimisi üçüncü, yer kalmamış. Japon erkekleri muhteşem bir tüketim toplumu yaratmışlar.

    Japonlar teknoloji konusunda neden ileri düzeydeler ? Neden uçuk düşünceler, yapılar falan bu ülkeden çıkıyor. Moda konusunda bu kadar yaratıcılar? Aklınıza ne kadar firma geliyorsa elektronikle ilgili, bu firmaların içlerine bakın mutlaka ama mutlaka Japonlar iyi konumdadırlar. Neden? Cevabı çok basit. Okuyorlar!! Bir şeyleri yaratabilmek, keşfetmek için okumanız lazım. Bunun yanı sıra bu adamlar hem okuyor, hem geziyorlar. Bilgi artı vizyon, sonuç ortada!

    Sizlere önceki yazılarımda mangalardan bahsetmiştim. Renkli çizgi romanlar. Bu çizgi romanların içinde Japonlar olmak istedikleri kahramanları buluyorlar. Kitaplar o kadar renkli ve güzel dizayn edilmiş ki. Ülkenin her noktasında bulunan marketlerin hepsinde bu kitaplara ulaşmak mümkün. Çocuklara kitap okuma alışkanlığını işte bu kitaplarla aşılıyorlar. Adamlar 30 - 40 yaşına geldiklerinde başka kitaplar okurken bu çizgi romanlardan da vaz geçmiyorlar.

    Markete gidiyorsunuz; orada kitapların dergilerin bulunduğu bölümde okumak istediğiniz çizgi romanı veya dergiyi alıp orada okuyabiliyorsunuz. Satın almak istiyorsanız da hiç açılmamış olanlarını alıp evinize gidiyorsunuz. Yani kimse size "Kardeşim ne okuyorsun, satın alacaksan al. Okuma burada!" demiyor.

    Bu arada bu çizgi romanların bazıları cinsellik de içeriyor. Hatta hatta o kitapların durduğu bölümde Japon kadınları ve bu çizgi romanlarla ilgili pornografik dergiler de mevcut. Çocuklar da dahil olmak üzere isteyen istediğine bakıyor, satın alıyor, okuyor. Bizim ülkemiz de dahil olmak üzere yabancıların hepsi de şunu der; "Biz bu kadar dürüst çalışkan, onurlu, şerefli bir toplum daha görmedik.’’ Demek ki neymiş? Pornografi toplumu bozmuyormuş.

    Bizim ülkemizde de geçen sene yapılan ama 2 hafta önce gündeme gelen, görsel tasarım bölümünde bitirme tezi olarak verilen porno filmine koca üniversite yönetimi ve devletin bazı birimleri nasıl tepki verdi? Üniversitede bitirme projesi olarak kısa metrajlı film çeken arkadaşı ben taktir ettim. Üniversite yönetiminin göstermiş olduğu bu tepkiyi ben de kendi sayfamdan kınıyorum. Yoksa Avrupa’yı örnek al, yoksa Çin'deki bisiklet yollarını yaptıracağım de, yoksa dünyanın sayılı eğitim kurumlarına sahibiz de, yoksa dünyanın en modern başkentine sahibiz de…. Bırakalım tıraşı.

    Şimdi bir gün Japon tır parkına girdim. Aslında bunu daha önce yazmıştım ama gene yazmak istiyorum. Benim daha önceki tır parkı maceralarım geçmiş yazılarımda mevcut.. Bu Japonya'daki tır parkında oturup şöförlerle birirlikte çizgi film seyrettik; üstelik Naruto.. İçerisi kalabalık, çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat yemek yiyip çizgi filmi seyrediyor. : )

    Bu civarın etro sistemleri cosmuş durumda. Çin, Güney Kore, Japonya.. İnanılır gibi değil. Şu ana kadar metrolarda yönümü bulmayı başarmış biriydim ama Osaka'da metroda kayboldum. Yahu insan metroda kaybolur mu? Kayboluyorsun işte. Fakat sıkıntı şundan kaynaklanıyor. Yön levhaları yeterli değil, az veya gözükmüyor. Ben dahil olmak üzere bir çok yabancı da aynı durumdan şikayetçi. Bu kadar büyük bir yer altı şehri yapıyorsun fakat hangi durak nerede, hangi metro nereye gidiyor bunun bilgilendirme levhaları gözükmüyor.. Bir saatte metro civarında ulaşmak isteğim çıkışa anca ulaştım.

    Osaka şehri güzel bir şehir. İnsanları çok rahat ve sıcakkanlılar. Yukarıda yazdım; bayanlar çok güzel giyiniyor, modern ve seksi. Topuklu ayakkabılar, dizüstü çoraplar, minicik etekler. Bir erkek olarak ben bakıyorum, yani güzel kadınlar baktırtıyorlar. Makyaj desen; şirinlik, güzellik, desen her şey var. Sonra çevreme bakıyorum. Len sapık gibi bakan bir ben mi varım yoksa başkaları da var mı?.. Yanımda Avusturalya'dan arkadaşım Max var. Ona dedim "Yahu Max şöyle çevreme bakınıyorum.. Kadınlara bir sen, bir ben bakıyoruz farkında mısın?" "Biz normal olanı yapıyoruz." dedi, sevindim. Japon erkekleri bakmıyor abi. Kadın orada çıplak gezse de umrunda değil. Herif ya işine gidiyor acelesi var veya aşkını itiraf edemediği sevdiği kadına cep telefonundan mesaj atıyor. Bir tek bizim gibi turistler ağızları açık bakıyorlar. Durum bu büyük şehirlerde de…

    Gelelim Japonya'daki Türk lokantamıza. Osaka şehrinde bu Türk lokantası. : ) Sahibi Deniz Alkoç. İşin içinden geliyor. Seviyor mesleğini. Mesleği ben de az biraz bildiğim için aynı dilden konuşuyoruz. Kalk gel o kadar kilometre yap, böyle kafa bir arkadaş bul. Muhabbete başladığımızda şunu da öğreniyorum. Deniz benim istanbul'dan çok sevdiğim arkadaşım Tolga'nın da eski iş arkadaşı çıkıyor. Yuh! Dünyayı bir kere daha küçülttüm. İçeride Mahmut usta var. Bana bir güzel yemekler yapıyor, parmaklarınızı yersiniz. Bir Türk Tokyo'da baklava imalathanesi açmış. Tokyo'dan Osaka'ya günlük baklava geliyormuş. Oh beeeee, özlemişim yaa! Japonya Osaka'daki bu Türk Lokantamızın adı: 'İstanbul Hanedan'. Yolu buraya düşen olursa mutlaka uğrasın, yemekleri çok güzel. Türk mutfağını en güzel şekilde temsil ediyorlar. Hatta bugün cuma, dansöz çıkıyormuş ben de akşam oradayım.

    Peki Japonların Türk yemeklerine karşı ilgisi nasıl? Yahu Türk yemeğini bırakın, ülkede Türkiye'nin yerini, adını ve bayrağını bilmeyen aydın kesim dediğimiz, okumuş insanlar var. Türk yemeğinin ne olduğunu bile bilmiyorlar. Bana İtalyan yemeklerinden farkı yok diyen oldu. Yoksa 2010 yılı içinde dostluk kutlamalarımız vardı. Japonya'dan top model manken Kou Kentetsu getirtilip Mengen'de yemek yedirttik. Ülke tanıtımı yapıyoruz. Başbakanlık Tanıtım Fonundan aldıkları paradan. Sonra da bir ellerinize sağlık demişlerdir artık. Afiyet osssssuunnn ohhhh.

    Pazar günü Kushimato'ya doğru pedallamaya başlıyorum. Adanın güneyine inip oradan tekrar kuzeye Kyoto'ya doğru çıkacağım.

    Sevgiler, saygılar.
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 10:13 11 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Japonya, Turkish restaurant, Türk yemekleri, トルコ料理

  2. #12
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..

    Japonya... Ne güzel insanlarla tanıştım...


    Bir gün hazırlanmak için bisikletin yanına bir gittim. Vayyy bisikletin yanında bir römork! Bisiklet için özel olarak yapılan römorklardan. Yurt dışında onla gezmek çok zor olduğundan ben tercih etmemiştim. Hemen dışarı çıktım. Bir turcu gelmiş belli, bisikletine bakayım dedim. Offf bir Tandem (iki kişilik bisiklet) hemi de römorklü.. Bildiğiniz kocaman bir tır. Hemen resepsiyona gittim, arkadaşların burada olup olmadığını sordum.. İçerde kahvaltı yapıyorlar dendi.. Koşa koşa gittim yanlarına.. Küçükte olsa bir şansım var. Belki onlar da kuzeye doğru pedallıyorlardır?

    İsviçre’den muhteşem bir çift Brö ve Patricia. Başlıyoruz muhabbete. 2 senedir yollardaymışlar. Abi çifte hayran oldum bu kadar birbirine yakışan bir çift daha görmemiştim. Ne maceralar atlatmışlar, nereleri gezmişler offfffffffff offffffffffffff.. Japonya'dan sonra devam ediyorlar da durmuyorlar. Onlar kuzeyden başlamışlar . Eee gezginler karşılaşınca çenelerimiz durmuyor, hele ki aynı yerleri de geçmişsek.. Tacikistan'da Pamir'i nasıl geçtiniz bu bisikletle diyorum? Bu bisiklet Walkan Vadisinde gitmez imkan ihtimal yok.. Orda iki yol vardı biri güney biri de kuzey yolu.. Kuzey yolu daha düz yer yer asfalttı, iniş çıkışlar yoktu… Beklediğim cevabı veriyorlar. Kuzey yolunu tercih etmişler. Fakat sonuçta 4650 metreye de o tandemle ve römorkla tırmanmışlar. Sordum o bisiklet kaç kilo oluyor tam yüklüyken? 250 kiloyu geçiyorlarmış. Offf offff yahu ne azimli insanlar var helal olsun diyorum… Dışarı çıkmadan da bisikletlerini bayağı bir inceledim. Ağır, güçlü, shimano xt parçalarından oluşan bir bisiklet. Teker göbeklerinden tandemler için özel olarak yapılan güçlü bir göbek kullanıyorlar swiss malı. Ön tarafta kocaman bir nazarlık.. Hahahah benim bisikletimde yok nazarlık.. Çok güldüm onu görünce "Bu ne?" diyorum. Onlar da gülüyorlar. "Hastayız senin ülkenin. İnsanına pedallarken neler neler ikram ettiler. Neler yaptılar inanılmaz bir deneyimdi Türkiye bizim için'' diyorlar. : )

    Hiroşima şehrinin nerdeyse tamamını bisikletimle geziyorum. Yahu güya benim dinlenmem gerekiyordu. Hastayım. Neyse çok güzel görüntüler videolar çektim şehirde. Eeee Gürkan hiç paylaşmıyorsun? Fotoğraflar da, az videolar da az. Şimdi Atılım Üniversitesi'nde bir fotoğraf sergisi açılacak, fakat orada bile bu kadar fotoğrafı ve görüntüyü sergileyemem imkan yok. Bunları 2011 senesine yayacağım.. : ) 2011 sonuna kadar belli dönemlerde web adresimde fotoğraflar ve videolar olacak.. Bu yüzden hasta da olsam bu görüntüleri çekiyorum. : )

    Yılbaşını Hiroşima'da geçirmeyi düşünüyordum. Fakat şehirde gezilecek her yeri gezmiştim. Kaldığım yerdeki arkadaşlarla gece dışarı çıkıp birkaç bara bile takılmıştım. Hastalığım da tam olarak geçmemişti. Hala kuru öksürük devam ediyordu buna rağmen pedallamaya başladım. Ben pedallayınca daha iyi hissediyorum kendimi.

    Sabah uyku tulumunun içinden çıkmak istemedim. O açık olan aradan dışarıdaki soğuk yüzümü yakıyordu. İmori adasındaydım. Evet şu dünyanın en güzel manzarasına sahip bisiklet yollarında pedallamak için gelmiştim buraya. İlk adaya vardığımda hava kararmaya başlıyordu. Deniz kenarında veya bir parkta kamp yeri bakınacaktım. Sonra İmori dağının tabelasını gördüm. Hah tamam tabelayı gördüm ya şimdi çıkmazsam olmaz.. Montun altında tshirt kalacak şekilde çıkartım herşeyi başladım tırmanmaya. 1 saat sonra zirveye varmıştım. İşte budur Japonya pedallarımın altında. Yağmur bulutlarının arasından güneş kendini göstermişti. Tüm gün yağmurda pedalladım ve gün sonunda muhteşem bir manzara.. Yarın sabah bu çıktığım yeri geri ineceğim ama işte sadece şu güzel görüntü için bile değerdi.

    Sabah şiddetli yağmurun sesi ile uyandım. Yarım ekmek ve yarım kavanoz bal yedim, bir bardakta sıcak süt hazırladım kendime. Zaman içinde artık çadırın içini de çok güzel kullanmaya başladım. Nerdeyse tuvalet bile inşa edeceğim. İşemek için artık uzaklara gitmiyorum, açıyorum fermuarı işiyorum girişin önüne hemen tuluma geri dönüyorum. Bu soğukta ayakkabı bağla git uzaklara işe falan oooo geçeceksin o ayakları..

    Bu çadırı ve bisiklet çantalarını toplarken başka bir eldiven, bisikleti sürerken başka bir eldiven kullanıyorum. Eşyaları topladığım eldiven yün ve streç. Elime ve parmaklarıma rahat oturduğundan daha rahat toparlıyorum eşyaları. Bisiklet kullandığım eldivense ondan biraz kalın, içi polar dışı su geçirmez eldiven. Su geçirmiyor ama rüzgar geçiriyor. 2 parçalı eldivenlerden bulamamıştım o yüzden bunu almıştım. Neyse bu sabah toplanırken o kadar da soğuk olmasına rağmen eldivensiz toplandım. Sonra da bisiklet kullanırken giydiğim eldivenleri giydim, içine de yün eldivenleri. Rüzgar arttıkça yağmur şiddetlendi. Yahu havanın yumuşak olması gerekmez mi? -7 derece gösteriyor termometrem. Dağdan inmeye başlıyorum. Aşağıdaki kasabaya ulaştığımda kendimi bir park yerine zor atıyorum. Yağmurdan önümü göremiyorum. Onu geç, parmaklarımı hareket ettiremiyorum, dondular. Dedim ya eldiven rüzgarı geçiriyor. Islak olan ve üşümüş el soğuk rüzgarı da yiyince... Acıdan gözlerimden yaş geliyor. Çantaları açmaya çalışıyorum. Parmaklarımı oynatamıyorum. Ocağı yakmak aklımdan geçiyor ama o kadar bekleyemem. Yaptığım aptalca hatadan dolayı eller için olan ısı poşetlerini hemen buluyorum. Parmaklarımla yırtamıyorum. Avuç içinde tutup ağzımla yırtıyorum. 25 saniye içinde iki poşet de ısınıyor. Önce avucuma alıp parmaklarımın biraz çözülmesini bekliyorum sonrasında da bu minik poşetleri eldivenimin içine atıyorum. Yani şu poşetlerin ikisini ufak bir dalgınlıktan kullanıyorum ya! Of neyse parmakları kurtardık. Eldivenin içi nerdeyse alev alacak. Tekrar pedallamaya başlıyorum. Yağmurda pedallamak kuru havada pedallamaktan daha çok hoşuma gidiyor.

    Bu köprülerdeki bisiklet yollarına ulaşmak öyle kolay değil. Her köprünün bisiklet yolu köprüye gelmeden hemen hemen 1 km öteden başlıyor. Çünkü adamlar köprüye dikey bir bisiklet çıkışı yapmamışlar. Yaşlısı da var, çocuk da var. Rahatça çıksınlar diye %2 eğimle dolana dolana köprülere varıyorsunuz. Fakat bu bisiklet yollarının giriş levhaları pek bir küçük ve Japonca, gözden kaçırabiliyorsunuz. Her köprüden geçiş 2 TL. Okyanusun altında pedalladıktan sonra okyanusun üstünde pedallamak da ayrı bir keyifti. Ayrıca dedikleri gibi manzara da süper. Her ne kadar bu yağmur ve soğukta oradan geçsem de cidden güzeldi. Yazın eminim ki manzara daha süperdir. 7 devasa köprüden geçtim; en küçüğü 2.1 km, en uzunu 7.1 km uzunluğunda mimari açıdan da göze hoş görünen köprüler.

    Shikoku adası da dahil olmak üzere tam 7 ada gezdim. Shikoku adasının kuzeyini, geri kalan 6 adanın tamamında, her kilometresinde, her sokağında bisiklete bindim. Gezdim de gezdim, dolandım da dolandım.Yağmur yağdı durmadım, kar yağdı durmadım, soğuk rüzgarlar esti durmadım, geceleri uyurken rutubet dedim sonra da "Ulan ne mızmızlanıyorsun rutubetse rutubet neleri atlattın sen rutubet ne?" dedim. Bir kere hastalandım, o da bünye alışık değildi. Şimdi bir daha alt edebilir misin beni doğa? : ) İklimine, doğasına alıştım. Anam görürse çıldırır diye bazı fotoları koymuyorum ama söyleyim. Şortla, t-shirtle bile bisiklete bindim hahah.. Dedim ya dağ bayır çıkıyoruz.. Hele birkaç görüntü var süper.. Biliyorum, kes konuşmayı da yayınla görelim diyorsunuz henüz montajlamadım. Önümüzdeki günlerde.

    Bu adaların en güzel özelliği mandalina bahçeleri. Olayın en güzel yanı da bu meyveler organik. Ben ömrüm boyunca bu kadar güzel mandalina yemedim. İlk gördüğümde portakal sanmıştım. Bıçakla kestim bir baktım mandalina. Yahu bu kadar büyük mandalina nasıl olur hormonlu bunlar kesin dedim. Sonradan öğrendim ki bu bölgeye has özel mandalinalarmış.

    Geçenlerde bir elektronik posta gelmişti bana. Sebze meyve işleri ile uğraşan bir şirketden "Gürkan kardeşim duydum ki bisikletinle Asya yı geziyormuşun, bu ülkelerden geçerken hormonsuz ürünlerin tohumlarını bizim için toplar mısın? Fazla ağırlık da yapmaz. Üç beş tohum’’. Aklıma bu mektup geldi.. Tüh adama buralarda hormonsuz ürünler bulunması zor demiştik. Hay Allah, bak bileydim adresini alırdım. : )

    Yani meyve tüketimi konusunda hiç sıkıntı çekmiyorum. Bahçelerden araklıyorum. : ) Bazen tarlanın sahibi orada oluyor bilerek duruyorum orada. Biliyorum ki bana meyve getirecek, ee ne yapım canım çekiyor. İnanılmaz güzeller. Birkaç defa para vermeyi teklif ettiysem de istemediler. Bazen oturup iki kilo yediğim oldu.

    Yılbaşı gecesini Osaka'da geçiririm diye tahmin etmiştim olmadı? Yılbaşı gecesi kamp attığımda Osaka'ya 400 km yol vardı. Soijo diye bir kasabaya girdim. Okyanus kenarında güzel bir sahili olan minik bir kasaba. Anayoldan da biraz uzakta, araç sesi de az gelir diye oraya yöneldim. Kar yağmaya başlamıştı. Ankara'yı hatırladım. Ankara'da da hava -5-10 falan olurdu, orda da kar yağardı. Yumuşak bir hava yok burada. Soğuk rüzgarla birlikte cildini yakıyor. Bisiklete binmiyorsan tabi bunu daha az hissedersin.

    Kumsala kampı kurdum. Ama kampı kurmadan önce de markete gidip alışveriş yaptım.. Ee nede olsa yılbaşı gecesi. Tek başıma da olsam kutlarım. Akşama da kendime güzel bir yemek hazırlıyorum, ardından tatlımı yiyorum. Yazılarımı yazıyorum. O gün çektiğim fotoğraflara bakıyorum. Uykum geliyor. Aileme mesaj atıyorum, yeni yıllarını kutluyorum. Çadırın fermuarını açıp ayağa kalkıyorum, bir şeyler demek için okyanusa doğru kadehimi kaldırıyorum. Öylece havada asılı kalıyor elim… Aklımdan, kalbimden, o kadar çok yer, insan, anı geçiyor ki saniyeler içinde ama ağzımdan tek bir kelime bile çıkmıyor. Baktım bir şey diyemiyorum. Bir yudum içiyorum "İyi yıllar Gürkan." diyip çadırıma geri dönüyorum. Gece 12'de köyde birkaç fişek patlatıyorlar, sonra da yakındaki bir tapınaktan gelen gong sesleri ile uyanıyorum. Telefonun ışığı da yanıp sönüyor, mesaj gelmiş, ailem benim saate göre yeni yılımı kutluyor.. Ben de teşekkür edip onlarınkini bir daha kutluyorum, sonra da uyuyorum.

    Sabah güneşi çadıra vuruyor. Aydınlanmasına aydınlanıyor da ısısı nerde bu güneşin? Dışarı bir bakıyorum masmavi gökyüzü, pırıl pırıl. Dün kar kıyamet yağmur, şu havaya bak..

    Toparlanırken beni gören yaşlı bir teyze yanıma geliyor, biraz Japonca konuşuyoruz. : ) Açsan kahvaltı getireyim diyor, teşekkür ediyorum. Ama sen bisikletle geziyorsun acıkırsın diyor. Peki tamam diyorum. Bekle sen, getireceğim şimdi diyip gidiyor. Ben toparlanana kadar da kendisi geliyor. Yanında kocaman bir poşet, içine neler neler koymuş. En sevdiğim capon yemekleri falan, varsan ki sipariş vermişim de ona göre hazırlamış gibi. "Arigato gozaimas." diyip eğiliyorum. O da gülümsüyor bana ve pedallarken de el sallıyor arkamdan.

    Ne güzel insanlarla tanıştım şu yolculukta. Ne muhteşem dostluklar kurdum. 2010 yılında en baştan başladım her şeye. İlk başlarda yeni bir hayata başladım diyordum. Yol aldıkça hayatı sorgulamaya başladım. O kadar çok insanın hayatına ortak oldum ki. Hepsi birbirinden farklıydı. "Hayat" şu demektir veya hayat budur diyip kalıplar içine sokmak bana anlamsız gelmeye başladı. Neler öğreti bu yolculuk bana? Hangi gerçekleri gösterdi? Yolda o kadar hayata ortak oldum ki acaba birilerinin hayatında iz bıraktım mı ki ? Bencilce bir düşünce mi bu? Ben göçüp gittikten sonra da hayat devam edecek. Hayat dediğimiz bu süreç içinde bir iz bırakamadıysam dünyaya, şu anda neden yaşıyorum?? İşte bir gerçek daha… Ulan ben 31 yaşıma kadar ne bencil bir adammışım! Evet 2011'de hedefler belli.. Tek tek hepsini yapacağım, zaman alacak ama yapacağım..

    Ahaa bir gezgin, takmış sırtına yükünü. Capon hemi de. Duruyorum hemen yanında. Selam veriyorum. Nereden nereye gittiğini soruyorum. Harita üzerinde gösteriyor. Herif Japonya'yı yürüyerek geziyor (bu arada dünya turuna çıkan bir Japon var yürüyerek. New balance da bu adama sponsor olmuş tüm masrafları için. Yahu kaç yılda biter ki?). Bisikleti kaldırımın kenarına koyuyorum. Sohbet etmeye başlıyoruz. Bakın ben Japonca bilmiyorum o Japonca konuşuyor, ben Türkçe ve anlaşıyoruz. İngilizce konuşmama gerek yok aynı şey olacak.. Oturuyoruz kaldırım kenarına. Yaşlı teyzenin bana verdiği yemekleri beraber yiyoruz. Ben bu adamla yemekleri paylaşıyorum niye mi? Çünkü adam yürüyor ve yemeğe de o kadar para ayıramaz diye düşünüyorum. Çünkü adam o soğuk havalarda o yağmurlu havalarda kendi geleneksel kıyafetleri ile geziyor. Çünkü vicdanım el vermiyor adamın yanı başından öyle gitmeye. Yemekten sonra ben hazırlanmaya başlıyorum. Bana iş kartını veriyor.. Suratımda kocaman bir gülümseme oluşuyor…

    Bir markete girdim bir şeyler almak için, yorulmuştum. Çocuklar kendilerine nudel hazırlıyordu onları seyrettim. 3 arkadaş beni incelediler uzun uzun. Hakkımda da konuştular ama anlamadım. Oturdum orada bir tabureye. Bir ufaklık geldi yanıma bana sakız uzattı. Ne yorgunluk kaldı ne bir şey, teşekkür ettim. Kaykayları vardı. Unutmamışım binmeyi. Çıktım dışarıda iki turladım kaykayları ile. Kocaman bir gülümsemeyle teşekkür ettim.

    Japonların resmi dini Şintoizim demiştim. Fakat kafalarına göre takılıyorlar. Nasıl mı? Mesela hepsi Kıristmıs kutluyor, ibadet etmeye Şintolara gidiyorlar, öldüklerinde de Budist gibi bedenlerini yakıyorlar. Her dinden parça parça. Fakat Şintoizim normal yaşamda ağır basıyor.

    Yılın ilk günüydü Şinto tapınakları tıklım tıklım. Arkadaşım Elif söylemişti, "Gürkan Şinto tapınaklarına ilk gün uğra, çok renkli kareler yakalarsın." demişti. Yolumun üstünde kocaman bir Şinto tapınağına denk geldim. İnanılmaz görüntüler vardı. İçerdeki tek turist bendim çünkü buralara bu mevsimlerde turistler gelmezmiş. Hatta turistler bu kasabaları geçerler çünkü meşhur değiller. Yazmaz öyle kitaplarda, orada burada bu kasabalar.. Ben de yazmam adlarını o kasabaların bilmesin kimse. Görmek isteyen adaları gezer bisikleti ile. Hepsinde bisiklet yolları mevcut. : ) Kendi keşfetsin, öylesi daha çok mutlu eder o gezgini.. Bu tapınakta ilk defa kimonolu bir bayan gördüm. Güzel bir bayan ve ona ayağından çıkan takunyasını ben giydirdim. : ) İçerde bir kermes havası vardı, çok güzel yemekler yedim. Fotoğraflar ve görüntüler yakaladım.

    Koca bir bölümü atlayıp Osaka'ya geldim diyorum.. : ) Kocaman bir şehir, her tarafta turistler, yüksek binalar. Hoş geldin şehir hayatına Gürkan. Kalacağım oteli buluyorum. Daha doğrusu Türk bayrağını tanıyan bir Japon bana yardım ediyor oteli bulmam için. Resepsiyona gidiyorum, yer olduğunu öğrendikten sonra pasaportumu çıkartıyorum. Türk müsünüz diyor kız. Arkadaki yaşlı bayan, adı Fumi, hemen bana dönüyor. Kendisi aslen Kushimato’lu. Türk müsünüz diyor? Evet Türküm diyorum. Bisikletimle Türkiye'den Japonya'ya geldim diyorum. İnanamıyor, gözleri doluyor. Alla alla niye gözleri doluyor ? "Kushimato'ya gideceksin di mi ?" "Evet gideceğim." diyorum, bana hemen hangi trenlerin hangi saatlerde oraya gittiğini, hangi otobüse binmem gerektiğini hemen internetten buluyor. Ayrıca ne kadar vermem gerekeceğini de söylüyor. Yaklaşık olarak 380 Tlye denk geliyor oraya gitmem.. Ben yakın sanıyorum o şehri fakat biraz mesafe varmış 270 km kadar. Ben bisikletle giderim teşekkürler dedim. : ) Kushimato, Ertuğrul gemisinin geçirmiş olduğu kazadan sonra şehit olan Türk askerlerinin şehitliğinin bulunduğu yer. Detaylarını orayı gezdikten sonra anlatırım..

    Bu arada bir Türk lokantasına gittim. Sahibini ve orada çalışanları bir sonraki yazımda sizlerle paylaşacağım. Ama dünya bu kadar da küçülmez ki. Restoranın sahibi çok sevdiğim bir arkadaşımın arkadaşı çıktı. Tolga şimdi Deniz’in yanına öğlen yemeğinde kuru fasulye pilav, üstüne zeytinyağlı dolma ve baklava yemeğe gidiyorum . Sorduğun soruyu da kendisine ileteceğim hahaha.

    Ha bu olayı babama dedim. "Baba dünya inanılmaz küçük." Babamın yaptığı yorumu da paylaşmak istiyorum:

    Skype'da benim görüntümü dondurmuş. Google Earth'de izlediğim rota üzerine fotoğrafı yapıştırmış.. Fotoğrafı bana gönderiyor ve şunu yazıyor: "Olum senin gittiğin yol burnun kadar bir şey al kendin bak!" hahaahhahaahahhaahahahhaha. Yahu baba o fotoğrafı facebooka koyma he mi? : )

    Herkese sevgiler, saygılar. 2 gün sonra yeni yazı geliyor.

    Gönderen Gurkan Genc zaman: 21:06 26 yorum

  3. #13
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    23 Aralık 2010 Perşembe
    JAPONYA
    Güney Kore'yi çok sevdin Gürkan? Evet sevdim. Hele ayrılmama 2 gün kala birini tanıdım ki daha çok sevdim. Baktım ki Japonya'ya varamayacağız sabah erkenden hazırlandım. Pat kapı çaldı, artık evin bir diğer sahibi de ben olmuştum. June uyanacakta, kıçını kaldıracakta, kapı açacak.. Müşteriyi kaçırmamak lazım. Tayland'dan iki kız. Hemen kapının dışına çıkıp kapıyı geri kapatıyorum. Önce onlara eve nasıl gireceklerini gösteriyorum. Kapı şifreli olduğundan birkaç uygulama gerekiyor. İçeri girdiğimizde June ayağa kalkmış bana bakıp gülüyor. Ben işi June'a bırakıp çantaları hazırlıyorum. Bu arada gece de iki kişi gelmişti. Fakat ben uyanıpta kim geldi diye bakmadım.

    Sabah onlarla da tanışıyorum. İki İngiliz hoş genç kız, Kore'yi gezmeye gelmişler. Birkaç şehir önerisinde bulunuyorum. Bu arada evden çıkmaya hazırlanırken Taylandlı kızlar June'a beni sormuşlar. June da "Kendisi Türk'tür, bisikleti ile Türkiye'den buraya kadar geldi. Şu duvarda da bana hediye etmiş olduğu yol haritası var." diyor ve kızlar çığlık atıyor. "Aaaaaaaaaaaa!!!" June'la birbirimize bir bakışımız var tam fotoğraflıktı. Ulan kaç gündür orda kalıyorum, bir çok insana aynı cümleyi kurdu June, hiç çığlık atan olmamıştı.

    "Biz seni biliyoruz.!!!" Nasıl? Haa, gazetelerde çıkmıştım. "Gazetelerde çıktı orda mı okudunuz?" diye soruyor June. "Yok biz Taylandlı gezgin bir kızın blog sitesini okumuştuk buraya gelmeden. Bu guest house'un adresini de o siteden aldık zaten. Senden çok etkilenmiş, muhteşem bir şey yapıyorsun. En ince detayına kadar anlatmış senin turunu, biz de okuyunca çok etkilendik".. Güzel bir paylaşım olmuş. "June sen geminin biletini iptal et ben arkadaşlara şehri gezdiriyim." Babamın şehri ya hahaha! "Şaka şaka, keşke daha önce tanışsaydık. Size Güney Kore'de iyi eğlenceler." Ahhhhhhhhhh ulannnnnnn ahhhhhhhhhhhhhh! Hahaha!

    "Gitmeden şuraya imza attığın iyi oldu. İlerde bol bol senden bahsedeceğim brother. Tekrar bekliyorum seni." Birbirimize sarılıyoruz ve vedalaşıyoruz. Komik bir şey diyim şimdi sizlere: June ile birlikte çekilmiş fotomuz yok. O da unutmuş ben de.. Nasıl olsa bir daha gelirsin sen, sevdin burayı diyor..

    Asansöre bindim. 4. katta asansör durdu. Bir aile bindi. Çocuk bayrağı görünce "Woaaaaa!" tepkisini verdi ve tebrik etti, ben de teşekkür ettim. Gazeteyi mi okudu, tvyi mi seyretti belli değil artık. Dünyayı bilmem de, Busan'dan bir Türk bisikletli geçti derler artık.

    Gemiye binene kadar şehrin öbür yakasında oyalanıyorum. Balık tutan insanları seyrediyorum. Parkta oynayan çocuklara bakıyorum. Çocuklar hep aynı, bunca kilometre yaptım hep aynılar. Muhteşem bir olay. Yolculuğun en baba dersini de bu çocuklar verdi bana. Atılım Üniversitesi'nde yapacağım ufak sunumda onu da sizlerle paylaşacağım.

    Limana gittim, bekleme salonu ana baba günü. Amma kalabalık bir gemiymiş. Yabancılar hemen birbirlerini buluyor bu kalabalıkta. Önce Micheal ile tanıştım, sonra Jeff'le.. İkisi de Amerikalı. İkisinin de tek bildikleri dil İngilizce. İkisi de Kore'de öğretmen. İkisi de üniversite mezunu değil.. Vizelerinin süresi dolmuş Japonya'ya geçip sonra geri dönecekler. İyi de maaş alıyorlar haa. Yani anlayacağınız bizim ülkemizde cesaretini toplayıp ben gidiyorum kardeşim İngilizce öğretmeni olacağım bu ülkede diyip, Kore'ye gitmek isteyen varsa hemen iş bulurlar.

    Gemiye binip yerleştikten sonra alıyoruz birer bira çıkıyoruz güverteye. Dışarısı soğuk ama öyle durulmayacak gibi değil. Ayrıca güvertede şehrin ışıklarına bakarak bira içmekte ayrı bir güzel oluyor. İçerden bize bakan Koreli ve Japonlar da baş parmaklarını kaldırıp tebrik ediyorlar. Bu heriflerin bünye zayıf.

    Şaka değil ha, harbiden zayıf. Soğuk ve alkole karşı çok dayanıksızlar. Ben hep merak ediyordum bu adamlar iki şişe "çamşi" içince (Korelilerin çok sevdiği ama benim bir türlü sevemediğim alkollü içecekleri, bu da sütlü su gibi) neden kafayı buluyorlar diye? Meğersem genetik olarak açıklanmış. Çekik gözlüler alkol içemez, çünkü sindirim sistemleri kaldırmıyor. Alkol bunları bozuyor yani.

    İçeri geçtiğimizde muhabbet ederken masaya yaşlıca bir adam oturuyor. Biraz inceledikten sonra hemen anlıyorum Japon olduğunu. Konuşmaya çalışıyor bizlerle de, anlamıyoruz, Japonca bilen yok.. Amerikalılar çat pat Korece öğrenmişler ama Japonca… Ihh.. Masaya birileri geliyor, bize selam veriyorlar sonra yaşlı amcaya selam veriyorlar.. Bir şeyler konuşup gidiyorlar. Amca biraz içmiş ama gene de iyi durumda. Sonra bir başka amca grubu gelip selam verip gidiyor. 10 dakika bizlere bir şeyler anlatıp soruyor. Nereli olduğumuza kadar öğrendi. Kendisi Kyoto'dan yakuzaymış. Yakuza ne len? Şakkaaa şaka haha, ne olduğunu biliyorum. 70 yaşında bir yakuza masaya gelmiş vay vay vay. Yakuza diyince zaten hepimizin tepkisi bir oldu.. Ulan ne nam salmış herifler. Anlaşıldı gelen geçen niye selam veriyor. Bu amca bilindik sanırım.

    Bir anda masaya kolunu koydu, bana bilek güreşine var mısın diye işaret ediyor? Ben de koydum. Kendi bir şeyler dedi ve başladı. 70 yaşındaki bir adam için inanılmaz bir güç. Bileğimi hiç oynatmadım sadece o kendi gücünü gösterdi. Benim hareket etmediğimi de görünce bıraktı ve tebrik etti, ben de kendisini tebrik ettim. 70 yaşıma geldiğimde o güç kuvvet bende de olur umarım.

    Bu arada Jeff ve Michela'a Japonlarla olan ilişkilerimizden bahsediyorum. Biz iki kardeş ülkeyiz şöyleyiz böyleyiz. Şu yüzden ben bu turu gerçekleştiriyorum falan filan bir dolu detay anlatıyorum.

    Belli bir saatden sonra da "Hadi sabaha görüşürüz." diyip odalarımıza dağılıyoruz. Yahu yatana kadar belli olmuyordu da yatınca anlıyorsun. Gemi bir sağa bir sola sallanıyor. Beşik gibi bir güzel uyuyorum. Sabah bir kalkıyorum, dengeyi tutturamıyorum bir türlü, sürekli sallanıyorum. Gemi limana yaklaşmış, hemen koridora kendimi atıyorum. Heyecan var heyecan. Caponya'ya geldik yahuuuuuuuuu..!!

    Gemiden aşağı indim, karaya ayağı bastım. "Ulan harbiden Japonya'ya geldik ha!" Bunu Türkçe diyorum, çevremdekiler de bana bakıyor ne konuşuyor bu diye.. Hızlı adımlarla pasaport kontrol görevlisinin önüne kadar gidiyorum.. O kadar insan var, çekilmez şimdi diyip koşar adım gidiyorum. : )

    Konichiwa ile başlıyorum. Adam da konichiwasını dedikten sonra pasaportumu alıyor incelemeye başlıyor. 10 dk inceliyor. Vizelere bakıyor falan sonra. Hemen önümde duran parmak izi makinasına işaret parmaklarımı koydurtuyor. Parmak izim alındıktan sonra kameraya bakmamı söylüyor. Gülümseyerek bir poz veriyorum. Ulan saçlar da darma dağın, insanlıktan çıkmışız kamera açılınca gördüm.

    Bekliyorum ki adam pasaportumu versin de gideyim. Suratıma bakıyor, ben de ona bakıyorum. Galiba pasaport fotosunu benzetemedi. Yok be benziyorum. Ben bunları aklımdan geçirirken bir güvelik görevlisi geliyor. "Benimle gelir misiniz lütfen" diyor. "İyi de bizim vizeye ihtiyacımız yok sorun nedir?" "Gürkan Bey, lütfen sorun çıkartmayın, polisle birlikte gidiniz." Tabi ki de önce pasaportumu istiyorum, onu da vermiyorlar. Peki diyip görevliyle birlikte gidiyorum. Gemide ne kadar insan varsa herkes bana bakıyor. Amerikalı arkadaşlar da bakıyor. Ulan rezil olduk, o kadar dost ülkedir severiz birbirimizi dedik hale bak. 1 saatten fazla süre bir odada bekledim. Bir görevli bir bardak su getirdi gitti. Sonra bir bayan görevli geldi. "Ülkeyi ne zaman terk ediyorsunuz?" dedi. Dur ulan manyak! Daha ülkene yeni girdim, sen her gelen turiste bunu mu yapıyorsun? Önce kendimi tanıttım, ne yaptığımı neden Japonya'ya geldiğimi söyledim. Bisiklet de kargodan çıkmış, görmüş. Tek başınıza mı geldiniz o kadar yolu diyor. Heee tek geldim. Desem de ı-ıh inanmadı. Çantamı açtım. Bilgisayarımı çıkarttım. Tek tek çektiğim videoları seyrettirdim. Çoğunu seyretti, fotolara baktı. Japonya'da nerde kalacaksınız sorusuna gelindi. Eee videolarda gördünüz ya, çoğunlukla çadır. Baktım iş uzayacak elçilikten Tunç Bey'in telefonunu verdim. Kendisi arandı. Beni söylüyorlar ama adımı tam telafuz edemiyorlar. Telefonu istedim. "Tunç Bey selamlar ben Gürkan Genç, bir saattir pasaport kontrol noktasında bekletiliyorum, sorunun ne olduğunu da anlamadım." diyince "Ahh Gürkan Bey siz misiniz, hemen telefonu verin o görevliye diyor." 4 dakikalık bir telefon konuşmasından sonra Tunç Bey artık benim için ne dediyse herifler ve kadın önümde iki büklüm oldular eğilip eğilip özür diliyorlar. Bir kere dilediniz tamam yeter. Yok ben gidene kadar 10 defa eğilip kalktık. Kafa da eğmiyorlar, belden yukarı komple eğiliyor. Bunlar eğilince ben de eğiliyorum. Yahu gideceğim güzel kardeşim tamam hadi daaaaaa. Kaç defa daha eğileceğiz!!

    Ohh be dünya varmış.. Nerde kalmıştık hahh geldik Japonya’ya.. Nerdeyiz: Kyushu Adasındaki Fukuoka şehrinde. Bu şehir Tokyo'ya 1300 km uzaklıkta. Eee ben ara yollara girip çıktığımdan bu çok rahat 2000 km olur..

    Şehirde pedallamaya bir başlıyorum, bir şeyler tanıdık geliyor, tanıdık geliyor. : ) Biliyordum fakat uzun zaman olmuştu bu trafikte yol almayalı. Kıbrıs'da 4 sene okuduğum için alışığım bu tersten akan trafik olayına. Hiç zorluk çekmeden pedallamaya devam ediyorum. Bu arada da aklıma Kıbrıs geliyor. Len o kadar düz bir ülkede bir bisiklet alıp da turlamadım ha. Hep araba ile gezmiştim.

    Busan'da June'un evinden Japonya'da kalacağım guest house'da yer ayırtmıştım. Bulmak hiç zor olmuyor. Çok küçük bir guest house fakat süper dekore edilmiş. Hemen girişte restoranı var. Uzun zamandır yediğim en güzel rameni orada yiyorum. Ben ramen diyorum bunlar nudel diyor. Buna benzer rameni en son Çin'de Kasghar'da yemiştim. Kaldığım oda 2. katta, 4 kişilik bir oda, yer yatakları var. Oda soğuk, yerden ısıtma falan yok. Hatta ısıtıcı yok. Girer girmez de nemin yarattığı soğuğu hissediyorum.

    Eşyalarımı yerleştiriyorum, gecelik ücretini öğrenince "İşte Japonya farkı" diyorum. 45 TL 4 kişilik oda. Böylelikle turun en pahalı ülkesi konumuna pat diye yerleşiyor. Normal bir otel fiyatını merak ediyorum. Yataklar birbirine nerdeyse yapışık, içerde yürüyecek alan yok, ısıtıcı yok, duşa ben zor sığdım. Ulan arazide ben daha iyim valla bu ne ya.. Otelde çalışan gençlerle tanışıyorum, sohbet ediyoruz. Bana şehirlerini falan anlatıyorlar.

    Busan'dan tatile gelen bir kızla tanışıyorum. Onunla ülkesi ve Busan hakkında uzun uzun sohbet ediyoruz. Kendisi Filipinler'de okuyormuş. Babası oraya İngilizce öğrenmesi için yollamış. Niye Filipin? Çünkü babası Filipinlilerle iş yapıyormuş. Çok mantıklı. Bu uygulamayı bizim ülkemizde yapan iş adamları da var. Çocukları ile Çin'de tanıştım..

    Ertesi gün şehrin sanat müzesine gittim. Asya ülkelerinin resim sergisi varmış. Hayatımda hiç 3 buçuk saatimi resim sergisinde geçirmemiştim.. Ne kadar güzel tablolar vardı. Görüntüleyemedim, yasakmış.. Japon gençlerin yaptığı projeler ise "Hah işte, boşuna demiyorum bu çekiklerde bir rahatsızlık var" dedirtti gene..

    Bir kitapçıya girdim. Japonlar anim ve mangalarla kafayı bozmuşlar. Kitapçının yarısı manga ve anim. Ben bir Naruto hayranı olarak (çizgi film diyelim), onun kitaplarına ve dvdlerine baktım. Neler neler var. Bu dükkanın içinde bir de kafe vardı, oturup bir şeyler içip dergilere bakiyim dedim. Siparişi verdim, kartı uzattım. Kredi kartı kabul etmiyoruz dedi. Aynı şekilde guest house da etmemişti. Yandaki market de. İyi peki...... Nakit ödedim. Yanımda da nakit kalmamıştı, artık bankaya gitme zamanı geldi.

    Şehirde 3 banka gezdim, makinalarından para çekemedim. Ya kartımı kabul etmiyorlar ya da master visa kabul etmiyorlar. Bu Garanti'nin şeffaf kartı var ya? Hah! Hay ben o kartı icat edenin güzel yanaklarından öpeyim. Ulan o kartın sağ alt köşesini ne halt etmeye yarım yapıyorsun? Makinalar kartı kabul etmiyor.. En sonunda şehrin postanesindeki bir makine kartı kabul ediyor ve para çekebiliyorum. O makina da niye kabul ediyor söyleyeyim: Geçen yüzyıldan kalma bir makine de ondan! Bu çok kötü bir durum. Yanımda nakit taşımam lazım, bu kart hiçbir yerde geçmeyecek anlaşıldı. Kaldı ki aynı atm'den bakalım başka nerde bulabileceğiz..

    Güney Kore'de Family Mart ve SevenEleven süper marketlerinin içindeki atmlerden para çekebiliyordum fakat Japonya'daki atmler Garanti'nin şeffaf kartını soktuğum gibi geri çıkartıyor, geçersiz kart diye.. Koca koca da yazıyor Master geçer diye.. Garanti Bankası ise o kart geçmiyormuş öğrendik.

    Bu arada yola çıkmadan Fukuoka'daki Kain Guest House'un menejeri Mizue sabah bana yiyecek birşeyler hazırlayıp öyle yola çıkartıyor.. Türkiye'ye davet ettim, umarım bir gün gelir.

    Vurdum kendimi yollara. Fakat bu yollar diğerlerinden farklı. Neden çünkü Hiroşima'ya kadar 400 km boyunca bisiklet yolundan geldim. Evet sadece bisiklet yolu. Bu bisiklet yolunu da kaliteli ve kalitesiz olarak ayırabilirim. Kurduğum cümleye bak kaliteli ve kalitesiz bisiklet yolu. Hatta bazı noktalarda abartmışlar, sağlama veya sağlamama çizgisi falan da var.. : ) Asya'da 3 ülkede bisiklet yolunda gittim. Çin, Kore ve Japonya.. Çin yer yer fakat Kore'de çoğunlukla kaldırım üzerinde gidiyordum. Kaldırım taşı üzerinde iniş çıkışların olması ve özel kaldırım taşı üstünde gitmek aslında hiç de konforlu değil.. Yahu şunları da asfalt yapsalar ya demiştim. Japonlar yapmış, hem de ne asfalt.. 20 km sabit hızla kavşakları bile geçtim sarsıntı olmadan, o kadar rahat geniş ve güzel yapmışlar ki büyük keyif aldım pedallamaktan.. Sağına soluna baka baka, inceleye inceleye geziyorsun.

    Kyushu adasından Tokyo’nun da içinde bulunduğu Honshu adasına geçeceğim. Bizim İstanbuldaki köprünün iki katı büyüklüğünde köprü var arada.. Yahu bu adamlar şimdi köprüden geçirtmezler kesin dedim, harbiden de geçirmediler. Ehh bu ülkede bisikletler için özel yeri olan deniz otobüsleri vardır kesin dedim. İndim aşağılara kadar, sahil yolundan başka bir şey yok, nerde len bu gemiler? Acaba şehir merkezinden mi kalkıyordu, tüh ulan geçtik orayı da. Tam o sırada bir amca denk geldi. Karşıya nasıl geçeceğim dedim. Arkamdaki yapıyı gösterdi; bakıyorum üst katı daire, alt katı boş. Anlamadım diye işaret yaptım.. Sonra da kendisini takip etmemi istedi. Bisiklet yolundaki işaretlerin o yapının altındaki asansöre doğru gittiğini fark ediyorum. Sağa sola bakmaktan kaçırmışım. Gittik yapının altına asansör çağırdı, sonrasında da "Evladım bisiklet yolu aşağıda devam ediyor." dedi ve gitti. Japonca dedi ama dil bilmesen de anlıyorsun artık… Asansöre bindim, yerin 10 kat altına indim, kapı bir açıldı karşımda sonu gözükmeyen bir bisiklet yolu. Evet "Pasifik okyanusunda deniz seviyesinden -98 metre altında tam 2.8 km pedal çevirdim." Böyle bir yapının varlığından haberdar olan var mıydı? Bizim Ankara Çayyolu metrosu ne oldu ya kaçıncı yılına girdi? 10? 15? İstanbul'daki iki köprünün toplam uzunluğu 3 km geliyor.. Bırak treni, metroyu, aracı.. Adam okyanusu bisiklet için yarmış da ne yapmış. Sonrasında da bakın ne öğrendim.. O alanı değiştirmeyi düşüyorlarmış, çok sıkcıymış. Alla alla neden sıkıcı ki? Yani yol işte, ne olacak daha okyanusun o kadar metre altında? Efendim adamlar camdan yapmayı planlıyorlarmış. Akvaryum gibi. Hadiii leeeeeennnnnnnnnn.. Kesin yaparlar çünkü buna şu şekilde şahit oldum.

    Yahu yer yer yolda çalışmalarına rastlıyorum.. Yol çalışmalarına rastlıyorum derken yanlış anlaşılmasın araç yolu değil bisiklet yolu. Bunlar aracı, treni geçmiş. Bak tren dedim aklıma ne geldi. Ben Çin'de de hızlı tren gördüm, Güney Kore'de de.. Japonya'daki hızlı tren gibisini görmedim. Konudan konuya atlıyorum ama toparlarım. : ) Sağ tarafımda 6 şeritli bir yol, sol tarafımda 4 adet tren yolu, bunların tam ortasında da bisiklet yolu var.. İlerde de tünel var. Tünele yaklaşırken iki ufaklık görüyorum. Aynı dedeleri gibi bu iki ufaklık da. Dedelerini nerden mi biliyorum? Yahu her sene gelirler ya bizim Kapadokya'ya, boyunlarında asılı kocaman cannon fotoğraf makinaları ile birlikte.. Bu çocukların boyunlarında da cannonlar asılı. Birinin boyunda Nikon var, yanında da Eos Mark 4, diğerinde Eos 5oD. Bu iki fotoğraf makinası cannon ailesinin en pahalı fotoğraf makinalarından ikisi sayılır. Bu çocuklar da 12 ve 13 yaşında. Soruyorum ne yapıyorsunuz burada diye -çünkü çevrede ne yerleşim yeri var ne bir şey, kasaba da biraz uzakta- "Hızlı trenin fotoğrafını çekiyoruz." dediler. Fantaziye vurmuşlar kendilerini o yaşta… Ben de eşlik ediyim dedim. Başladık treni beklemeye. Yeni nesil İngilizceyi gayet iyi biliyor. Biz orda sohbet ederken o tünelden bir tren çıktı, birkaç saniye içinde de gözden kayboldu! Ben de o birkaç saniyede çok güzel sayıp sövdüm. Yahu insan ister istemez kendi ülkesi ile kıyaslıyor. Olmayacak işler değil bizim ülkemizde de işte olmuyor. Hızlı trenimiz varmış. Nah var!! Çocuklar da fotoğrafı muhabbetten kaçırdı. Ben bu gençlere daha fazla mani olmayayım diye de yanlarından ayrıldım..

    Bisiklet yolu çalışmalarından bahsediyordum ben. Evet yolda ilerlerken bisiklet yolu çalışmalarını görüyordum.. Şehirler arası bisiklet yolları alan varsa, her iki tarafta gidiş geliş. Bu gidiş geliş dediğim alana koca tır gider, hem de çok rahat. Alan biraz daraldı mı.. Arbanın sığacağı boyuta düşer bu yol. Daha da daraldı diyelim. Karşılıklı iki bisiklet geçebilir şekle kadar iniyor.. Dağa bayıra kendini vuruyorsun. Bisiklet yolları var fakat her iki şerit de değil. Ya sağda ya da solda. Doğayı tahrip etmemek için boş alan nerde varsa bisiklet yolunu da oraya kaydırmışlar.. Karşıdan karşıya geçişler içinde butonlu ışık sistemi koymuşlar yollara.. Yolun yanında hiç mi yer yok. 2-3 kot altında yer bulmuşlar oraya yapmışlar, orda da mı yer yok? Çakmış depreme dayanıklı köprüyü bisiklet için, devam etmiş. Hiç mi yer yok? Aha yukarda dedğim gibi adam okyanusu yarmış yapmış. Bir de bunlarla yetinmiyorlar, bisiklet yollarını da yeniliyorlar.. Eee yol vardı burada, gayet de güzel ama adam daha güzelini yapıyor.

    Bak şimdi bak bisiklet yolu tadilatta ya, yaklaşıyorum beni durduruyorlar. Telsizle 500 metre ilerdeki adama anons geçiliyor "Araçları durdur." diye. Trafik durduruluyor. Bana güvenlidir geç işareti yapılıyor.. Herifler şehirler arası trafiği durduruyorlar bisikletli araç yoluna girdi diye.. Pehhh!!

    Bir başka çalışma alanında bisiklet yolu bayağı bir dardı. Normal bisiklet rahat gidiyordu fakat ben çantalardan dolayı rahat gidemiyordum. İki direk arasına gelince de bisikletten indim. Elimle ordan geçiriyorum. Bu sırada hemen yandaki bir mühendis geldi bana baktı, fotoğraf çekti, metresini çıkardı, ölçümünü yaptı gitti.. Aha adama iş çıkardım, direğin yerini kesinnnnnnnnnn değiştirecekler haha!

    Pedallarken dikkatimi çeken başka bir ayrıntı da bu inşaatlarda neden bu kadar fazla adamın çalıştığıydı ve neden ben Japonya'da bu kadar fazla yol yapımı, köprü yapımı falan görüyorum? Sürekli bir inşaat olayı var. Neden? Bunu da bir başka gezginden öğreniyorum. Japon iş gücünün %20 inşaat sektöründe çalışıyor. Hükümet firmalara iş vermezse bir çok kalifiyeli eleman açıkta kalacak, bunu göze alamıyorlar. Bu arada inşaat sektörünü de iç piyasada rekabete açmadıklarından tamamen devletin elinde. O yüzden ülke sürekli inşaat halinde. Ya yeniliyorlar, ya daha iyisini yapıyorlar, sürekli çalışıyorlar.

    Gürkan tapınak yok mu tapınak? Haha tapınak maceraları güzel oluyor di mi? Bir ada öğrendim, 88 tane tapınak varmış. Adaya da bisiklet yolu yapmışlar, onu da öğrendim. Hatta dünyanın en iddialı, en güzel manzarasına sahip olan bir bisiklet yolu çünkü ana adaya ulaşıncaya kadar 7 küçük adadan 7 devasa köprüden geçiyorsun.. Deniz kenarından gitmeyip dağlara vurayım kendimi dedim. Sırf şu adaları ve bisiklet yolunu görmek için gideceğim.. Haa 88 tapınakta vardı. Fakat Japonların çoğunun bu tapınaklarla işleri yok. Çoğu Hıristiyan da değil. Bu ülkenin dini Şintoizm. Japon tarihini kitaplarda çok okuduğum için biliyordum fakat daha önce hiç Shinto (bizdeki cami) görmemiştim.. Shinto'ya gidip nasıl dua ettiklerini inceledim.

    Bir laf vardır Amerika’yı bir daha keşfetmeye gerek yok diye.. Bizim ülkemizde sık sık kullanılır, ticarette hele daha sık kullanılır, ciniz ya.. Başkası Amerika'yı keşfetmiş sana ne oluyor?

    Ben bu dua ediş şeklini ve yapılanları görünce aklıma Moğolistan geliyor ve daha önce çok defa yaşadığım o mutluluğu bir daha yaşıyorum. Tamam bazı profesörler bunu daha önce keşfetmişler ama olsun ben de gözlemleyip görüyorum ve neden o profesörlerin de Moğolistan - Japonya - Türkiye konusunda araştırmaya gittiğini de daha net anlıyorum. Bu Japonların bize sempati duymasının bir nedeni de yapılan bu araştırmalardır. Aslında çok güzel ve hayret verici detaylar var. Neyse kitaba. Merak eden zaten hemen araştırır netten.

    Bir gün bir tır parkında mola verdim. Sipariş vermek için tezgaha gittim bana makinayı gösterdiler . Önce makinadan hangi yemeği yiyeceksin onu seçiyorsun. Parasını atıyorsun, makina da sana o yemeğin fişini veriyor. İçeceğini de başka makinadan alıyorsun. Yemeklerini de yedikten sonra orda kirliler bölümü var oraya bırakıyorsun, güzel bir olay… Garson yok, kasiyer yok, basit sistem. Ama güzel.

    Bu ara yemek yerken de hep beraber çizgi film seyrediyoruz. Biliyorsunuz bu ülke manga ve anim konusunda en üst sırada. Herkes çizgi film seyretmeyi ve çizgi roman okumayı çok seviyor. Teknoloji konusunda neden bu kadar ileri olduklarının önemli sebeplerinden biridir bu. Hayal gücü zenginliği..

    Japonya'da kamp konusunda denilenler doğruymuş arkadaşlar; şehrin ortasında kamp attım. İnsanlarla sohbet ettim. Sabah sporu için parka gelenlerle spor sonrası kahve içtim. Ne rahatsız eden oldu, ne gelip sorgulayan oldu. Polis selam verip geçti. Çocuklar çadırın içine falan baktılar.

    Japonya'da yaptığım tüm yolculuk sağnak yağış altında geçti şu ana kadar. Her gün 80 km üstünde yol aldım. Hastalandım. Hastalandığım günde üstümden soğuk terler akarken bile 101 km pedalladım.. 9 aydır ilk defa hastalandım. Sebebi rutubet oldu. Ada ülkesi, rutubet çok fazla. Ben de hep denize yakın yerlerde kamp atıyorum, hava zaten soğuk, yağmur var rüzgar var.. O gün çok pedalladım çünkü ertesi gün Hiroşima'ya varmam lazım, bir daha uzun bir yol alamam demiştim. Bir sonraki günde 30 km pedallayıp otele geldim zaten… Gece çadırı nasıl kurdum, çorba yaptım, yemek yaptım, o güç nerden nasıl geldi anlamadım. Uyumadan önce de Çin’den bir ilaç, Moğolistan’dan bir ilaç ve Güney Kore’den bir ilaç alıp yattım hahahahha.. Her ülkeden farklı ilaçlar almıştım. İlaç kullanmayan biri olarak hepsi hemen etkisini gösterdi. Hastalığım sadece 8 saat kadar sürdü hahahaha ertesi gün Hiroşima'daydım..

    Güzel bir guest house buldum. Temiz, rahat, olanakları iyi ama pahalı. Yapacak bir şey yok, ülke pahalı. Yabancı gezgin sayısı fazla. Hastalığım geçti desem de cidden çok yorgun düştüm. Günlerce o hava koşullarında pedallamak inanın çok yoruyor. Yatıp kalkıp o ekipmanı almışım diye şükrediyorum. Sabahtan akşama kadar yağmur, soğuk, rüzgar, zerre ıslanmıyorum. Neyse Hiroşima'da dinleneceğim hatta belki yılbaşını da burada geçirirm. En azından oteldeki insaları tanıyorum, sahibini tanıyorum muhabbet ediyoruz.. Çadırda tek başıma girmemin alemi yok.

    Hiroşimayı hepimiz biliriz; insanlık tarihinin en büyük, en acımasız sivil ölümü atılan ilk atom bombası ile bu şehirde oldu. O bombanın atıldığı alandan geriye kalan eski belediye binasını görmeye gittim. Yazılanları okuyunca, o yıkımın fotoğrafını görünce tüylerim diken diken oldu. O bombanın atıldığı alanda durdum, çevreme şöyle bir baktım, kuşlar uçuyor, nehrin kenarında bir çocuk gitar çalıyor. Gençler bisiklet yolunda bisikletlerini sürüyor. Ağaçlar renk renk, şehrin ortasında huzur buluyorsunuz; adını Barış Parkı koymuşlar.

    Gözlerimi kapatıyorum ……… Atom bombasını bırakıyorum o alana. Hayal edip canlandırmaya çalışıyorum, o gördüğüm fotoğraftaki gibi. Bir insan evladı olacakları bile bile nasıl böyle bir karar verebilir? Nasıl yapar? Hatırlıyorum....... Aslında ben bu cevabı biliyorum. Hem de çok iyi. Biz de biliyoruz Gürkan diyorsunuz. Hayır bilmiyorsunuz diyorum. Ukalık yaptığımı düşünmeyin lütfen, ben de bilmiyordum, yolda bunu çocuklardan öğrendim. Çünkü sistemin içinde olan bizlerin aklına GELMEZ artık.. Bunun cevabını bana Tacikistan'da 3500 metrede iki çocuk söyledi. Aslına bakarsanız söylemediler de, yaşattılar. Hepimiz orada büyük bir ders aldık. Tacikistan yazılarıma dönüp bakmayın oralarda yok. : ) Her şeyi yazmadığımı biliyorsunuz zaten.

    Samurayların büyük şehri Hiroşima'dan sevgiler, saygılar.

    Gönderen Gurkan Genc zaman: 18:29 34 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Guest House

  4. #14
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    21 Aralık 2010 Salı
    Hayal etmekle başlıyor her şey...
    Dün benim blog için özel bir yazı geldi. Gerçi aylar önce gelecekti bu yazı fakat bu gezginimiz biraz tembel, : ) yazmaya üşendi. Neyse sonunda yollamayı başarmış. Benim Japonya yazım hazır fakat önce sizi başka bir yerlere götürelim bu gezgin arkadaşımla..

    Bu seyahat boyunca fırsat buldukça ben de başka gezginlerin bloglarını okudum ama içlerinden biri çok özeldi. Kendisine mesaj attım, tanıştık sohbet ettik. O tek başına Güney Amerika'yı sırt çantası ile adım adım gezerken ben Çin'de pedallıyordum. O benim yazılarımda, ben onun yazılarında gitmediğimiz yerlere gittik. Fakat kendisi yaşadığı kötü deneyimleri bloguna aktaramadı. Ailesini, arkadaşlarını üzmekten, o ülkelere seyahate gideceklerin hayal kırıklığı yaşamalarından korktu. Olmaz öyle dedim bunlar bilinmeli yazılmalı. Sen bana yaz, ben kendi blogum yayınlayacağım dedim.. Sonra da bana "sen üstünde değişiklikler yap, senin gibi anlatamam" demişti. Halbuki kendisi beden kat ve kat iyi yazan ve yazdığını yaşatan biri.. Bana gönderdiği yazıyı hiç bir değişiklik yapmadan sizlerle paylaşıyorum. Ha bu arada bu gezgin neden çok önemli onu yazmadım.... Okuyunca hak vereceksiniz.. Keyifli okumalar.



    -----------------------------------

    Tanımadığım sesler arasında birden çok iyi tanıdığım bir ses duyuyorum… Annemin sesi kulaklarımda çınlıyor,

    “Gitme kızım, bu yaşta ne işin var senin oralarda? İşinden istifa etme bu kadar işsizlik varken” Cevap veriyorum; “22 yaşımdayken de çok gençsin, yapamazsın, vakit kaybetme gir bir işe çalış” demiştin.

    “Bütün paranı gezmeye harcıyorsun, kır dizini otur, biriktir paranı, sonra yaşlanınca, ihtiyacın olunca annem demişti dersin ama o zaman iş işten çoktan geçmiş olur” Cevap veriyorum; “Ben hep geleceğin kötü kurgularını yaparak mı bugünkü yaşamımı kuracağım?” diyorum.

    Annem bu son sözüme çok sinirleniyor: “Ne halin varsa gör, başına bir şey gelsin de o zaman ne dediğimi anlarsın” diyor. Annem bana küsüyor, gitmemi engellemek için elinden geleni yapıyor.

    Bu kadının annesinin rızasını alamamış olmasına çok içerliyorum. Dışarıda akan manzara bana bakıyor ben manzaraya bakıyorum ve ağlıyorum, içim rahat etmiyor, kanatlarım kırılmış gibi hissediyorum… Uçamayacakmışım gibi geliyor, tam kanatlanmışken ikisi birden kırılıveriyor…

    Kaldırımda oturuyorum, kafam ellerimin arasında, ağlıyorum. Burnum çok acıyor, acaba kırılmış olabilir mi diye geçiriyorum içimden? Bir de fena halde kanıyor. Kasıklarıma gelen tekmeler yüzünden iki büklüm olmuşum, boğuşma esnasında öyle sıkı sıkı tutunmuşum ki yere, tırnaklarımın arasına taşlar girmiş. Halim perişan ve annnemin sesi kulaklarımda çınlıyor “Git ne halin varsa görrrrrr!!!!”

    Kalkamıyorum yerimden…. Ben neredeyim? Hangi dili konuşmam gerekiyor? Ne oldu bana? Neden burnum kanıyor? Neden kimse bana yardım etmiyor? Oturup kalıyorum kaldırımda. Burası neresi? Sadece bakınıyorum çevreme.

    Birileri geliyor sonra yanıma “Do you need some help? (yardıma ihtiyacın var mı?) ” diye soruyorlar… “Evet lütfen, çok korkuyorum…. Benimle birlikte hostele kadar yürür müsünüz?” diyorum yarı İspanyolca, yarı Türkçe, yarı İngilizce. Bütün diller birbirine karışıyor… İki kişi yardım ediyor ve hostele gidiyorum.

    Her şeyi yavaş yavaş hatırlıyorum. Ben on yıldır hayalini kurduğum Güney Amerika seyahatini yapıyorum. Daha üçüncü haftadayım ve Ekvator’un başkenti Quito’dayım. İsmim Gülcan. 35 yaşındayım. Öğretmenim. Sırt çantam, iç sesim, fotoğraf makinem, bilgisayarım ve keşfetme arzumdan başka da bir şeyim yok. Yol beni sınıyor diyorum içimden, yol beni eğitiyor. Bu da yolda olmanın, yolculuğun bir parçası. Bütün riskleri biliyordum ve yollarla bir anlaşma yaptığımda bunu kabul etmiştim.


    Cuenca - Ekvator

    Ben küçücük bir kadınım; tek başına, İspanyolca bilmeyen, hayalinin peşinden koşmaya cesaret eden küçücük bir kadın, kendisiyle gurur duyan bir kadın. Geride bıraktıklarımı, yaptığım fedakarlıkları hatırlıyorum; tereddütlerim yerini artık daha tedbirli olmaya bırakıyor ve yoluma devam etmeye karar veriyorum. Yaşadığım bu olay beni yolumdan döndürmüyor, aksine bana güç veriyor, devam etmek için kamçılıyor beni. Bogota’da “ya kokain alırsın ya da paranı verirsin” diyerek yolumu kesen genç, Bolivya’da gece otobüsünde sıkı sıkı sarıldığım çantamın içinden bir şeyler almaya çalışan yaşlı teyzenin yüzümde estirtiği nefes de korkutmuyor. On yıl kurdum ben bu hayali, üç adamın beni dövmesi ve soyması ya da diğer olaylar döndüremez beni yolumdan diyorum ve devam ediyorum yolumda yürümeye. Güney Amerika burası, neleri göze alarak gelmişim buraya geri döner miyim hiç? Dönmem, dönemem, bu küçük gövdeye sığdırdığım kocaman bir yüreğim var benim ve beyaz adamın yüzyıllar önce buralılara öğrettiği bu zavallı şiddet oyunlarına gelmem. Onlardan kaçarak değil, onları tanımaya ve anlamaya çalışarak kendi oyunumu oynamaya karar veriyorum.


    El Chalten – Arjantin

    Bir blog yapıyorum ve gezimi anlatıyorum bu blogta ama annemi ve arkadaşlarımı endişelendirmemek için başımdan geçen kötü olayları yazmıyorum. İstiyorum ki herkes düşsün yollara; bisikletiyle, sırt çantasıyla, eşşekle, yürüyerek…. Yöntemi nasıl olursa olsun turist gibi değil de gezgin olarak düşsün yollara… Bir tarafımız hep seyyah kalsın istiyorum, kimseleri ürkütmek istemiyorum. Kadın olduğum için yazamıyorum bu facia hikayelerini bloğuma, çünkü biliyorum ki yazarsam eğer çok fazla insan “geri dön” diyecek. Yıllardır beni çağıran bu toprakların sesini, davetini onlara duyuramayacağımı bildiğim için sadece yolun sesine bırakıyorum kendimi.


    Cusco - Peru

    Geriye dönüp baktığımda, başımdan geçen bu kötü olay diğer bir yıla sığdırılmış onca tanışma, onca kahkaha, onca nefes kesen görüntü, gidilen kilometrelerce yolun üzerimden attığı ve temizlediği geçmiş birikintileri ile karşılaştırıldığında yolun -belki de öğreteceklerinden dolayı yaşanması gereken- acı bir sürprizi olarak kalıyor anılarımda.


    San Pedro de Atacama - Şili

    Quito’da 3 adam beni dövmüş ve çantamı alarak kaçmışlar, bu da bir şey mi diyorum; ben penguenlerle yan yana yürüdüm, Patagonya’nın rüzgarlarında kanat çırpan El Condor ile göz göze geldim, en yakışıklı adamlarla vatanında salsa yaptım. Pinochet’in soğuk nefesini ensemde hissettim ve Neruda’nın soluduğu havayı soludum. Uçsuz bucaksız Arjantin yaylarında ata bindim, tango öğrenmeye çalışırken öğretmenime -sınıftaki tüm diğer kızlar gibi- aşık oldum. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında geçen kahramanın izini sürdüm Kolombiya’da. Inka Tanrıları’nın yeniden doğumunu belki görebilirim diye Titicaca Gölü’nde sabaha kadar gözlerimi kırpmadım. Machu Picchu’ya tırmandım, sırtımdan düşen her ter damlasını hissede hissede. Brezilya’nın yağmur ormanlarında kayboldum, Che’nin izlediği rotayı izledim, ayak izlerine basa basa. Binlerce güzel dostluk kurdum ve hayatımda asla unutamayacağım, damağımda kalan ve asla gitmeyecek olan güzel bir tat keşfettim.


    Cachoeira - Brezilya

    Seyyahın halinden seyyah anlarmış, Gürkan’ın gezilerini okurken, başından geçen kötü bir olayı yazdığında, nefesimi tutup sonuna kadar okuyorum. Sonra da diyorum “yaşasın gezi perileri beni koruduğu gibi O’nu da koruyorlar.”

    “Korkmuyor musun tek başına?” diye soranlara Cesare Pavese’nin sözleri ile cevap veriyorum.
    “Gezmek vahşi bir şeydir. Sizi yabancılara güvenmeye ve alışık olduğunuz ev ve arkadaş konforunu kaybetmeye zorlar. Dengenizi kaybedersiniz. Zorunlu şeyler (Hava, uyku, rüyalar, deniz, gökyüzü) haricinde hiçbir şey sizin değildir. Her şey, sonsuzluğa veya ne hayal edersek ona yönelir.”
    Hayal etmekle başlıyor her şey, sonrasında gelen ise cesaret, daha sonrası ise sonsuzluğa veya ne hayal edersek ona…


    Isla Del Sol – Bolivya

    Gülcan Özcan
    http://atlasname.blogspot.com
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 16:13 15 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    10 Aralık 2010 Cuma
    Güney Kore de bitmiştir.
    Güney Kore’nin bazı bölgelerini bizim oralara, Ordu- Artvin arasına benzetiyorum. Her taraftan su akıyor. Doldurup mataranı yola devam ediyorsun. Tacikistan'da dağdan bayırdan gelen suları bile yer yer arıtır içerdim; içinde kum,taş falan oluyordu. Bir gün suyum bitmişti "Nathan al benim sudan iç" diye kendi matarasını uzatmıştı. "O ne len dibinde siyah bir şeyler var?" "Kuuummm" demişti. Eee 8 senedir seyahat eden adamın suyu böyle olur. Şimdi kendi mataramın içine bakıyorum da bir çok şey yüzüyor. Hepsi doğanın bir parçası işte, dibinde kum taş ne ararsan var. 8 seneye gerek yokmuş. : )

    Bir kasabadan geçiyorum, günlerden Pazar. Teyzeler amcalar almışlar ellerine fırçaları, faraşları sokağı temizliyorlar. Gençler de yardım ediyor. Bu olayı Çin’de ve Güney Kore’de gördüm. Düzenli olarak insanlar sokaklarını kasabalarını temizliyorlar. Yürüyüş yapan şıkır şıkır bayanlar gördüm. Ellerinde de torbalar var. Hani sağda solda bir şeyler bulurlarsa -ki pek mümkün değil, çevre temizliğine katkıda bulunuyorlar. Pazar günleri yapılan bir aktivite. Hani biz bayıra, çimenliğe uzanmaya, mangal yakmaya veya Eymir gölünün etrafında bisiklete binmeye gideriz ya bu adamlarn da şehri temizliyor işte her pazar.

    Kasabanın çıkışında gene kendimi rampalarda buldum. Zirveye vardığımda bir tünelin içine girdim. Len git git bitmiyor. Bu arada ben tam tünel içindeyken de bir kamyon filosunun geçeceği tuttu. Tünel bittiğinde benim kulaklar işitmiyordu.
    Türkiye karayollarında senelerce araç kullandım. Bir çok tünelden geçmişimdir. Babam inşaat mühendisi olunca böyle ufak detayları da yakalıyor gözler. Araçlarımızla o tünellere ilk girişimizde geçici bir körlük yaşarız. Bu adamlar hemen girişte gün ışığı etkisi veren sarı güçlü aydınlatıcılar kullanmışlar. Fakat kullanılan aydınlatma gücü bizim Türkiye'deki kadar fazla değil, bizimkiler daha güçlü. : ) Adamlar bunun yerine tünellerin içini beyaz fayansla kaplamış. Sağlı sollu köşelerde bulunan ışıklandırmalarda bu fayanslara doğru yönlendirilmiş. O ilk girişteki körlük olayını kırdılar mı? Kırdılar. Yaklaşık 100 metre sonrada bu ışıklar beyaza dönüyor. İnanın yanan ışık sayısı bizim tünellerimizdekinden daha az ama içerisi aynı şekilde aydınlık, belki daha bile aydınlık. Hani elektirik kullanımını en az seviyeye düşürmüşler. Yazarken bile gülüyorum yahu. Hani bu uzun tünellerde içerdeki karbondioksiti dışarı atmak için güçlü tribünler olur. Adamların tünellerinin hepsinde bu makinalar düzenli şekilde çalışıyor. Bizim ülkemizdeki tünellerde de bu tribünler vardır. Fakat nedense ben ne zaman baksam çalışmazlar. Bizimkiler de buradan tasarruf ediyor. Ee kardeşim tünelde yürüyen mi var? Bisiklete binen mi? Motorsiklete binen mi? Yok!! O yüzden de çalıştırmıyorlar. : )

    Başka bir kasabadan çıkıyorum. Nehrin yanında yol alıyorum. Tek tük ev görüyorum. Sol tarafımda bir park. Oturma yerleri yapmışlar. Çardak falan var. Çıkartıyorum ocağımı. Önce bir mantar çorbası yapıyorum kendime. Sonrasında makarna için bir sos hazırlıyorum. Aklıma Elena geliyor. Tacikistan'da, Çin'de sossuz bir şey yedirmezdi bizlere. : ) Laos'dalar şu anda. Benjamin ve Nora Vietnam'a geçmişler. Young ve Chong da Laos'dalar. Geldiğim onca yolu düşünerek yemeğimi yiyorum. Tuvaletim geliyor. Bunca aydan sonra artık kendime arazi adamı diyebilirim sanırım. Benim için uygun olan her yer tuvalettir. Fakat bu parkta tuvalet mevcut. Aklıma hemen bizim park tuvaletlerimiz geliyor. "Yok lan bunlarınki öyle olmaz sanırım." diyip gidiyorum. Tuvalet girdiğimde şunu dedim: "Sanırım ilk tuvaletini yapacak olan kişi benim buraya." O kadar temiz. Ben de aynı temizlikte bırakıp çıktım. Güzel ülke güzel. İnsanı ile doğası ile güzel ülke.

    Şimdi yazılarımı okuyup sonra tatile gelip Seoul, Busan, Gyeongju, Incheon'a gittik. Otostop çektik, tren, otobüs kullandık ama senin yazdığın gibi değildi denmesin. Ben bisikletle geziyorum. Farkı çok büyük. Türkiye içinde de böyle gezen Serkan Taşdelen vardır. Bir midir onun anlatımı ile araba uçakla seyahat edenin Türkiye'yi anlatımı? Mümkünatı yok. Bisikletimiz bizi bir noktadan bir noktaya götürürken : ) çevrede neler olup bitiyor, insanlar nasıl yaşıyor daha net görüyoruz.

    Bu arada bu hikayeleri yolda parça parça yazıyorum. Şu anda Ulsan’da starbucks'da bu büyük metropolin en işlek caddesini seyrederek bu yazıyı yazıyorum. Bu ülkede Seul dışındaki büyük kentler gündüzleri kalabalık gözükmüyorlar ama geceleri sokaklar dolup taşıyor.

    Koca koca binalar o rengarenk panolarını bir yakıyorlar. Merhaba gece ve getirdikleri….. Şehirde bir şey fark ettim; gündüz ve akşam restoranları.. Akşam dışarı çıktığımda, öğlen yemek yediğim yer ve benzeri işletmeler kapalıydı, onun yerine öğlen kapalı gördüğüm restoranlar açıktı. Neyse şehirlerde yaşadıklarımı daha detaylı şekilde ilerde anlatacağım.

    Bir arkadaşım "Gürkan eğer bu Budizim'de hacı olayı varsa senin hacı olmuş olman lazım." dedi.. Haksız da değil hani, kaç tane tapınak gezdim inanın sayısını hatırlamıyorum artık. Geçenlerde gene turistlik gezi amaçlı bir dağın yamacında yer alan tapınağa gittim. Tesadüf eseri denk geldi. 1000 sene önce yapılmış o noktada ama tabi ki 1970'li yıllarda Koreliler en baştan inşa etmişler. Olsun gene de hoş gözüküyordu. Kimseler yok, bir bilseniz kaç tane kapalı kilitli alana atlayarak tırmanarak girdim de içerde video ve fotoğraf çektim. Hani yakalansam tarihi mekan içinde soygun yapıyor diye içeri bile atabilirler. O kadar km gelmişim ne yani görmeden mi gideceğim.? Tabiki de hayır. Kapıdan olmazsa surlarına tırmanır, o yoksa ağaca çıkar gene de içeri girerim, ki yaptım bunları. : )
    Neyse ben fotoğraf çekerken yaşlıca bir rahip belirdi. Korece bir şeyler dedi. Anlamadım ben de Türkçe "Buddha heykeli güzelmiş ne malı, Kore mi?" dedim.. Aaa ben Buddha diyince gel gel diye işaret ediyor. Aldı beni tapınağın içine soktu. Ayakkabıları falan çıkardık.. Karşımda yüzlerce minik budha heykeli. 3 tane de kocaman var… Geç dedi selam ver. İyi verelim seni mi kıracağım, amca mutlu olsun. Üç sarı kafalı heykele selamımı verirken kendi de elinde bir gong her selamımda çınlattı onu.. Hatırlarsanız Çin'de nasıl selam verilir öğretmişlerdi. Neyse sonra "otur otur" işaret yaptı. Bağdaş kurdum oturdum. "Yok, dizlerini kırarak oturacaksın." Abooovv len esnetme yapmadan da öyle oturmam zor hani. 65 km'dir pedallıyorum. Neyse oturduk. Başladı Buddha'ya bir şeyler mırıldanmaya. Elinde de gong, bir yandan da ona vuruyor. Önünde de bir kitap açık oradan okuyor. Andinnnn, moviiiiinnnnnnn, gunddddddiiiiiiiiinnnnnnn böyle bana anlamsız gelen uzun kelimeler veya cümleler işte. 5dk geçti bitmedi, 10 dk geçti sayfayı çevirdi.. Eee amca bitir daaaaaaaa, bacaklarım uyuştu. 20 dk sonra bitti. Ben de bittim. Kalkamadım ayağa. Kendimi önce yana devirdim. Bacaklarımı öyle açtım, açarken de anam anam diye inliyordum. Amca da bakıyor manyak mı bu herif diye. Bakma öyle amca senin yüzünden. 20 dk türkü okursan aha böyle olur işte.

    Bir okulun parkına dinlenmek için girdim... Yemek yerken zil çaldı. Öğrenciler dışarı bir çıktılar yabancı birini de karşılarında görünce hepsi yanıma koştu "Anyoonnn haseyoo" diye bağrışıyorlar. Selamın aleyküm'ün korecesi. Bir anda etrafım çocuklarla doldu. Bisikleti göremiyorum. Her şey de açıkta. Şimdi çocuk diyip geçmemek lazım. Şeytana uyar çalar falan diye düşünüyorum. Yok kimse ne gps ile ne kamera ile ne telefonla ne bilgisayarla ilgileniyor. Bayrağa bakıp "Türk Türk" diyorlar.

    Yolculuğum sırasında hep Güney Korelilerin çok misafirperver olduğunu, Türkleri çok sevdiklerini dile getirdim sizlere. Yeni nesil 2002'deki dünya kupası sırasında bizim 3. onların 4. olduğu maçtan bizi bilirler. Maçı izleyen dedeleri ve babaları da o esnada aslında Türklerin Kore savaşı sırasında bu ülke bir destan yazdıklarını anlatırlar. Gençlik işte kiminin bir kulağından girer diğer kulağından çıkar.
    Önceki yazımda kuzeyde bir şehirde kamp attığımda teyzenin bana çorba getirdiğini söylemiştim. Şimdi sanmayın ki o çorbayı o teyze şehrine gelen her turiste verir. O teyzenin savaşı gördüğünü ben Türk bayrağına bakışından anladım.
    Peki bizim askerler burada ne yaptı da bu herifler ben Türküm diyince ağızlarını sonuna kadar açıp "OVVVV" sesi çıkartıyorlar? Neden 16 ülke 1950 Kore savaşına katılmışken ve aynı ortamda savaşa katılan diğer ülke gezginleri varken sadece bana brother (kardeş) diyorlar da diğerlerine demiyorlar!!
    Detaylar önemlidir fakat ben onları yazmayacağım, bilgiye ulaşmak isteyen de nasıl ulaşacağını bilir. Bu insanların neden bize hayran oldukları ile ilgili bir kısmı anlatacağım. Yarım yamalak Sokcho'da misafir olduğum aile de biliyordu. Fakat eksik anlatmıştı, ben eksiklerini tamamlayıp bilmediklerini de kendisine anlattım. Gezginler çoğunlukla gittikleri ülkenin yerel halkından onların ülkeleri hakkında daha çok şey bilirler.

    Kuzey kore, SSCB'den gazı alınca kendini Seuol'da buluyor. Amerika da "Vay kardeşim Seoul'a nasıl girersin" diyip atom bombası ile yerle bir ettiği ülke Japonya'dan askerlerini buraya gönderiyor. Bu arada da işi sağlama almak içinde birleşmiş milletlerden de asker istiyor. Biz de o sıralar Nato'ya girebilmek için kıçımızı yırtıyoruz. Haah tam bu sırada bize deniyor ki; kardeşim madem Nato'ya gireceksiniz Kore'ye asker gönderin. Mecliste onay alınmadan bizim 1 tugay Kore'ye gönderiliyor. Tanıdık gelen bir şeyler var mı? Var di mi, devam edelim.
    Bizim ülkemizde yabancı dil olayı hala sıkıntıdır. Anadolu'da zor bulursun yabancı dil bilen birilerini. Ulan ben bile öyle ahım şahım ingilizce konuşan biri değilim. Kaldı ki 1950'li yıllarda Kore'ye gönderilen birlikte kaç asker yabancı dil bilecek.. Ama ben bu yolculuğumda bir şeyi de kanıtlamış oldum. Anlaşabilmeniz için insan olmanız yeterli!!

    Bizimkileri yabancı dil bilmedikleri, ayrıca araç sıkıntısı yaşandığından ve yürümek zorunda kaldıklarından geri bölge emniyetinde bırakılırlar.
    Kuzey Kore, Güney Kore bildiğiniz Karadeniz gibi, hatta bizim oralardan sık ve sürekli inişler, çıkışlar ve tepelerle kaplı alanlar. Yani kamuflaja girip pusuya yatsanız fark edilmeniz çok zor.

    Neyse birleşmiş milletler tam savaşı bitirecek son saldırıyı yapacağı sırada. Çin ordusu devreye girer. Gündüzleri kamufle olup geceleri hareket eden Çin ordusunu karşısında gören birleşmiş milletler ordusu ve Amerikan 8. Ordu yüzbinlerce Çin'liye karşı savaşamayacağını anlayıp geri kaçmaya başlar. Özür dilerim, çekilmeye!
    Fakat bu geri çekiliş sırasındada bizim Türk ordusuna haber vermeyi unuturlar? Pardon haber vermişler de yabancı dil bilen biri olmadığından bizimkiler anlamamış. Diyecek bir şeyi olan? Yok. Var da yok di mi?

    Büyük bir Çin ordusu ve Kuzey Kore birlikleri ile karşılaşan Türk ordusu mevzilerini terk etmiyor. Bu arada birleşmiş milletler ordusu ve Amerikan ordusu da Türkler sayesinde kayıp vermeden geri çekiliyorlar. Kore savaşı sırasında Türk ordusu bu mevzileri terk etmeyerek en büyük kayıplarını burada veriyor. Bu iki ülkenin ordusunu da bu noktada durdurmayı başarıyor. Fakat birliğin çevresi sarılıyor. Dört bir yanı sarılan Türk birliği ne pahasına olursa olsun mevzilerini terk etmiyor. Teğmenimiz, topçu bataryalarımıza telsizden haber geçiyor, bulundukları noktaya top atışı yapılmasını emrediyor. Emri alan Türk askeri, verilen kordinatlarda askerlerimiz olduğunu bilmesine rağmen top ateşini açıyor. Düşman mermisi ile ölmek yerine kendi mermileri ile ölmeyi tercih etmişlerdir. Açılan top atışı sonucunda mevziyi savunan tüm Türk Askeri orada şehit oluyor. Kuzey Kore ve Çin ordusu da büyük kayıplar veriyor.

    Amerikan ordusu, yüksek sayıdaki Çin ordusu karşısında ülkeden ayrılmayı düşünürken kahramanca savaşan Türk askerlerinden sonra tam bir "U" dönüşü yaparak atağa geçmiştir….

    O yıllarda bu olaya Kunuri Destanı deniyordu. Günümüzde Kunuri, Kuzey Kore sınırları içindedir. İşte bu destanı hatırlayanlar da; bir önceki yazımda anlattığım bana o çorbayı getiren teyze yaşındaki Koreliler. Birleşmiş devletlerin arşivine bakacak olursanız, bu savaş için "polis çatışması" dendiğini görürsünüz. Destan mı yazıldı orada? Ne, savaş mı oldu? Efendim?

    İşte bize brother (kardeş) denmesinin hikayesi de budur..

    Şehitlerimizi anmaya gittim. Türk sancağının altında öyle çakılıp kaldım dakikalarca. Ne diyeceğimi bilemedim. Türkiye yi mi anlatayım onlara? Ne diyeyim? Ne anlatayım? İlk dediklerim şunlar oldu:

    "Selam Asker ben Gürkan. Türkiye'den geliyorum. Sizin bu savunduğunuz toprakların büyük bir çoğunluğunu karış karış gezdim. Biliyor musunuz sizler sayesinde bisikletimin arkasındaki Türk bayrağını gören Koreliler benim elimi sıktılar, kardeş dediler, yemeklerini benle paylaştılar, misafir ettiler. Unutmamışlar sizleri, hala minnettarlar. Huzur içinde uyuyun bu topraklarda." ……………

    Busan'da muhteşem bir guest house'da kalıyorum. 2 defa Güney Kore’nin en iyi guest house ödülünü almış burası. "Zen Backpackers". Sahibinin adı da June Park. Mekandan çok sahibinden dolayı bu ödülü almış burası. June inanılmaz kafa, Kore'de yaşayan insanların sisteminden çıkmayı başarmış komik eğlenceli biri. Türküm dediğimde "Ah benim kardeşim" demişti kendisi de. Bir gün evde otururken Kore savaşından muhabbet açıldı. Ben de kendisine şu soruyu sordum. "Kore savaşına katılan diğer ülkelerin gezginleri de burada, neden sadece Türklere kardeş diyorsunuz biliyor musun?" Kendisi bu soruyu sorduğumda afallayıp suratıma baktı ve beklediğim cevabı verdi, sebebini bilmiyordu. Fakat haklı olduğumu ve sadece Türkler için kardeş dediklerini ekledi. Destanı kendisine anlattım. Hayretle dinledi, bilmiyormuş ve teşekkür etti. Giriş kapısının hemen karşısındaki duvara gelen her ziyaretçinin görebileceği şekilde Güney Kore'de kullandığım haritayı, üzerinde bisikletle izlediğim yolu işaretleyerek astık. Haritanın üzerine de "June Kardeşim Turkiye'de bir evin var" yazıp kardeşliğimizi pekiştirdim.

    Dünyanın en büyük okyanus akvaryumlarından birine gittim, gazetelerde, radyolarda çıktım, turum hakkında belgesel yapıldı, bir çok yeni insanla tanıştım. Dolusuyla macera ve anı birikti. Defterimde artık yer kalmadı. Blogda Güney Kore ile ilgili anlatacaklarım şimdilik bu kadar..

    Sevgiler, Saygılar.
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 06:19 24 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Busan, Zen Backpackers

  5. #15
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    05 Aralık 2010 Pazar
    Güney Kore'den Prensese Mektup
    Şu sıralar Güney Kore’nin Busan şehrinde dinlenmekteyim. Bir hafta kadar bu şehirde kalmayı planlıyorum. Hem geziyorum hem de konakladığım guest house’a gelen gezginlerle tanışıp, sohbet edip şehirde turluyoruz.

    Herkes yeni yazı bekliyor farkındayım. Yazı hazır. Fakat ben öncesinde sizleri prensese yönlendireceğim. Türkiye’nin popüler blog sayfalarından biridir bu prenses. Yazımın prenseste çıkmasına yardımcı olan çağlarıma da ayrıca teşekkür ederim.

    http://www.prensesemektuplar.com/2010/12/doga-icin-pedalla-ankaradan-japonyaya.html
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 06:05 7 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    03 Aralık 2010 Cuma
    Doğa için çal ve Doğa için Pedalla
    Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Çin, Moğolistan ve Güney Kore. Yola devam ediyorum.

    Doğa için pedalla ve Doğa için çal.

    Uzun ince bir yoldayım - Aşık Veysel


    Gönderen Gurkan Genc zaman: 07:46 16 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    29 Kasım 2010 Pazartesi
    Güney Kore ve Popia
    Birkaç gün içinde yeni yazımı koyacağım fakat bugün başımdan geçen bir olayı paylaşmak istedim.

    Akşama kadar Kore’nin eski başkenti Gyeongju'ya varmak için yola çıktım. Baktım ki inişler çıkışlar fazla, olmadı bir sonraki gün varırız diye söyleniyordum.

    Öğleden sonra bir rampadan aşağı iniyorum, inerken de hemen diğerinin başladığın görebiliyorum. Tam bu iki rampanın arasında yolda minik bir köpek koşturuyor. Karşıdan gelen araçlar korna basıyor şerit değiştiriyor, bu şeritten gelen de korna basıyor hemen öbür şeride geçiyor . Yaklaştıkça yavaşlıyorum. Arkamdan gelen araçlara da yavaşla diye işaret yapıyorum. Önünü kesip yakalamak için duruyorum ama hemen karşı şeride geçip kaçıyor. Ulan o kısacık bacaklarla pıtır pıtır nasıl hızlı koşturuyor! Bisikleti hemen geri çeviriyorum. Hızlanıp bunu geçiyorum sonra da yolun ortasına bisikletimi bırakıyorum. Her iki yönden gelen araçlar yokuştan inerken yolun ortasında kocaman bir cisim olduğunu görüp yavaşlamaya başlıyorlar. Yaklaştıkça da beni ve yakalamaya çalıştığım ufaklığı görüyorlar. Trafik duruyor ve iki hamlede de ben onu yakalıyorum. Önce parmaklarımı ısırıyor. : ) "Oğlum dur bir şey yapmayacağım." desem de dinletemiyorum. Bisikletimi yolun ortasından alıyorum, yol kenarına geçiyoruz.

    Kucağımda bir süre tutup bana alışmasını sağlıyorum. Sonra çıkartıyorum tavamı içine su koyuyorum. Elime de kurabiyeleri kırıyorum. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereymiş köpek. Nasıl da yiyor. Bu arada tasmasında adını ve telefonunu fark ediyorum. Oğlumuzun adı Popia. Başlıyorum kendisi ile konuşmaya. Oğlum sahibin nerde? Niye kaçtın sen? Koca ormanda seni yutarlar diyorum. Ben konuştukça köpeğin gözleri doluyor. Ya tamam ağlama dur ben senin sahibini bulacağım diyorum, olmadı benle gelirsin artık.

    Alıyorum arka çantamın üzerine koyuyorum, önce bir güzel sıçıyor sonra işiyor.. "Eee oğlum ne yaptın sen? Yumuşak yeri görünce saldın hemen.. Birlikte yol alacaksak böyle olmaz." diyorum : ) Neyse uygun bir yere geldiğimizde tasmada yazan telefon numarasını arıyorum. Bir bayan çıkıyor. Ben ingilizce konuşuyorum, o Korece. Anlaşamıyoruz. Köpeklerinin adını söylüyorum. Karşıda bir çığlık kopuyor. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler diyor da ben anlamıyorum.. Yoldan geçen bir aracı durduruyorum. Kucağımdaki köpeği gösterip sonra telefonu işaret ediyorum. Amca telefonu alıyor konuşuyorlar. Sonra gülücüklerle köpeği alabileceğini ve hemen önümdeki Umni kasabasının adını veriyor. Len oraya 20 km var. Popia sen nasıl geldin oğlum oradan buraya? Ben pedalayacak zor alan buluyorum.

    Neyse köpeğin sahiplerini buldum ve evine doğru da o amca ile yolladım. Sonra kelebeklerle kuşlarla yoluma devam ettim..
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 04:22 19 yorum
    Bunu E-postayla Gönder

  6. #16
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    25 Kasım 2010 Perşembe
    Güney Kore'deki ''Gülücükler''

    Pedallarken bazen geriye baktığımda bir şeyleri atladığımı fark ediyorum. Sonrasında da çok üzülüyorum. Soskcho'da tanıştığım o aileye gitmeden bir hediye alabilirdim. Hatta sabah erkenden dükkanın kapısının önüne koyup o şehri öyle terk edebilirdim. Neyse en azından aklıma geliyor böyle şeyler. Busan’a vardığımda dükkanlarının adresine özel bir hediye gidecek.

    Güney Kore’de bisikletle pedallamak bazen zor oluyor bazen de çok kolay. Anayoldan kopup dağlara bayırlara patikalara vurduğumda araç olmadığından rahatça pedallayabiliyorum. Fakat şehirlerarası yollarda çok zor oluyor. Bir çok alanda emniyet şeridi olmadığından araç trafiğinin aktığı yerde pedallıyorum. Neyse ki Koreliler bu konuda çok dikkatliler. Beni geçen her aracın dörtlüleri yaktığını fark ediyorum. Kamyon, otobüs, araba, motorsiklet hepsi dörtlülerini yakıyor. Beni geçtikten sonra da kapatıyorlar. Kamyonlar yavaşlıyor, karşı taraftan araç geliyorsa beni sollamıyorlar. Bir alanda arkamda konvoy oluşturdum. Çekip sağa durabilirdim ama durmadım. Ben de aracım dedim! Yokuş çıkarken hızım 9 km yapacak bir şey yok. Bekleyecekler. Fakat bir korna sesi de bekledim. Tek bir korna bile çalınmadı. Yol müsait olunca da teker, teker beni solamaya başladılar. Yuh len çok araç biriktirmişim. Helal olsun adamlara olay budur işte, bir kişi bile çıkıpta bir şeyler demedi veya kornaya basmadı.

    Bu sıkışık trafik Sokcho'dan Gangneung şehrine kadar devam ediyor. Odaesan ulusal parkının levhalarını görünce hemen rotayı oraya çeviriyorum. Oh be gene aracın az olduğu bir yola girdim. Ufak bir kasabadan geçiyorum. Bakıyorum eksik olan bir şey var mı malzemeler arasında. Yok!! Yola devaaaaaam..

    Bu kasabanın çıkısında, bir yol sola dönüyor ormanı işaret ediyor, diğer yol da Woljeogsa diyor. Bu kavşakta da üç tane çok güzel ev dikkatimi çekiyor. Fakat etrafta kimse yok. O yüzden evlere giremiyorum sadece bakıyorum.

    Tamam ben bu tabela yazan şehre gideceğim de şu ormanın içinden mi geçsem? Çıkartıyorum haritamı bakıyorum. Ormanın içinden geçen bir yol gözüküyor. Rakımda 1563m yazıyor. Ben kaçtayım? 40metre. : ) Soyun Gürkan soyun, rampanın ucu solda gözüküyor anlaşıldı. Başlıyorum pedallamaya. Eğim %10 ve üstü. İlk defa arka arkaya yanımda geçen her araç korna çalıp, camdan el çıkartıp baş parmaklarını yukarı kaldırıyorlar. 680'de ormanın içinde bir nara patlatıyorum, whuaaaaaaa 'ki gücü' mü dersi ne dersin bilemem. Akan terler artık gözüme kaçıyor. Güneşte öyle bir noktadan vuruyor ki gözlerimi yakıyor. Hemen matarayı alıyorum kafadan boşaltıyorum. Durmuyorum. Hava da 7 ila 10 derece arası. Sıcak günlerden biriydi. Ya da bana öyle geliyor artık. Eğim azalıyor 1010'a geliyorum yol düzeliyor. Biraz daha ilerliyorum. Otel tabelaları, kamp alanı tabelaları falan çıkıyor. Hadi len kamp alanı varmış.. Onca km yol aldım, son 8 ayım bir çok yerde kamp yapmakla geçti daha hiç kamp alanında kamp kurmamıştım, vay be kaçmaz bu fırsat dedim. Konaklayacağım yer belli oldu. Birkaç km daha gittikten sonra kamp alanına giriyorum. Hemen karşımda sağlı sollu ufak büfeler. Öyle dağa doğru gidiyor, alla alla asfalt bitti. Kalan yola parke döşemişler o şekilde gidiyor yol.

    Tur otobüsleri park alanını doldurmuş durumda. Size daha önceki yazılarımda söylemiştim; Koreliler tam bir doğa yürüyüşü aşığı. Bayılıyorlar hepsinin üstünde North Faceler, Colombialar, K2ler, ellerde özel bastonlar, sırtlarda mataralar, su çantaları. Ülkede çıkmadıkları bayır tepe kalmamış. Ben hemen şu arkadaki kamp alanını inceliyorum. Vay ulan çadır kurmak için özel yerler, tuvaletler, içme su alanları, duş kabinleri falan her şey var. Mutlu oluyorum. İşte şimdi benim kral dairem oldu bir saray. : ) Sonrasında da şu arkadaki minik lokantalara uğruyorum.

    Durur durmaz hemen terimi siliyorum. Üzerimde daha önce sizlere bahsettiğim gibi sadece atlet olduğundan terim kurumak üzere. Hemen uzun kolluları geçiriyorum üzerime. Bu arada çevreme de insanlar toplanmaya başlıyor. Türk bayrağını gören "Türk" diyip söze başlıyor. O yokuşu çıkarken beni gören araçlardan bazılarının şöförleri de geliyor, yokuşu çıktığımı söylüyorlar. Herkes tebrik ediyor. Aralarından bir adam benle ingilizce konuşmaya başlıyor. Soruyor nerden gelip nereye gittiğimi neden bisiklete bindiğimi. Bu arada yemeğe oturuyoruz. O ve arkadaşları da bana eşlik ediyorlar. Bir saate yakın muhabbet ediyoruz. Onlar soruyor ben cevaplıyorum. Gitmeden, kapıya araçlar yanaşıyor. Hepsi ayağa kalkıyor önden bu herif gidiyor. Bana kartını verirken de "Seul'a geldiğinde seni misafir etmekten onur duyarım" diyor ve uzun uzun elimi sıkıyor. Teşekkür ediyorum. Hepsi gittikten sonra karta bakıyorum; Kore’nin en baba firmalarından birinin yönetim kurulu başkanı çıkıyor adam.

    Lokanta sahibine bu yol nereye çıkıyor diyorum. Bir yere çıkmıyor tepede bitiyor diyor. Gülümsüyorum ve yemeğimi yiyip kamp alanıma gidiyorum. : )

    Sabah kuş sesleri ile uyanıyorum. Bekliyorum ki güneş çadırıma vursun. Vursun ki ilk katmanda terlemeden oluşan o ıslaklık gitsin. O sırada çadırın içini toparlıyorum. Kahvaltımı yapıyorum. Hah güneş vurdu, bir 10 dk sonra çadır da kendine geliyor, toparlanıp aşağı kaptırıyorum. Yyyyyiiiiiihaaaaaaaaaaaaaaaaa süpeeeeeeeeerr!!! Keskin zikzaklar yapa yapa aşağı kadar iniyorum.

    Gene o ayrıma geliyorum. Duruyorum, aşağı inerken takmış olduğum maskeyi çıkartıyorum bu arada karşıda bir kadın görüyorum, ikinci defa baktığımda göremiyorum. Sonrasında da bir adam bana sesleniyor. Yanına çağırıyor, ben de gidiyorum. "Bisikleti bırak, kahve içelim içerde." diyor. Yaşlı amcanın davetini kabul ediyorum. İçeri giriyorum, tekrar teşekkür ediyorum. Bana masayı gösteriyor girip oturuyorum.

    Dün akşam bu evlere hayran olmuştum. İnsan bu manzara karşısında çok üzün süre yaşar demiştim kendi kendime. Sonra oturduğum yerden evin içine dikkatlice bakmaya başladım. Ev böyle bir düzensiz karman çorman haldeydi; yerde kurutulmuş meyvalar, sağda solda boya tenekeleri, fırçalar. Tablolar, resimler, resimler, RESİMLER , RESİMLEEEEEEEEEERR! Bunlar ne ya ayağa kalktım. Bir çok defa kara kalem çalışması görmüşümdür. Ben böylesini ömrüm boyunca görmemiştim. Ayağa kalkıp arka odaya bakınca bir yağlı boya tablolar gördüm inanılır gibi değil. "Bunları siz mi yapıyorsunuz?" "Hayır karım yapıyor" dedi ve demin dışarıda gördüğüm bayan da elinde kahvelerle geldi. : ) "Muhteşem çalışmalarınız var." Orada bir de torunlarının fotoğrafı duruyor "Bu fotoğraf di mi, sizin çalışmanız değil?" dedim. Gülüyorlar. : ) Muhteşem bir ev, her taraf sanat eseri dolu. "Eğer bisikletle geziyor olmasaydım kesinlikle birkaç tablo satın alırdım sizden." diyorum. Bisikletle nerden geldiğimi soruyorlar ben de hikayemi anlatıyorum. "Beğendiğin bir tane resim varsa Türkiye'ye döndüğünde sana yollayalım." diyorlar. "Çok teşekkür ederim." diyorum. Muhabbet ilerledikçe de Güney Kore’nin yaşayan en ünlü bayan ressamlarının birinin evinde olduğumu öğreniyorum.

    Evden çıkıp pedallamaya tekrar başladığımda, o akşam zirvedeki gülümseme gene suratımda beliriyor. Yavaşça oradan ayrılırken yaşlı çift arkamdan "Annyong" diye sesleniyor.. Güle güle.. Ben de elimi kaldırıp yoluma devam ediyorum.

    Gün boyu bir aşağı bir yukarı şeklinde geçti. Çok ciddiyim gün boyunca bir kere düz alan görmedim. En son akşam hava kararıyordu, şehre varmıştım. Oh be sonunda düz bir alan dediğimi hatırlıyorum. Duş almanın vakti de gelmişti. Attım kendimi bir otele. Kardeşim yer ısıtmayı bir açmışlar ki. Çıplak ayak zeminde gezemiyorsun. Len bina tutuştu tutuşacak bu nasıl iş. Aşağı inip "Kardeşim yakıt beleş mi?" demeyi bile düşündüm. Dışarıda nerdeyse kar yağdı yağacak, benim odamda balkon pencere ne varsa açık. Gece de öyle uyudum.

    Ertesi gün dışarıda güneş olmasına rağmen hava -11 dereceydi. Öğlene doğruda pek ısındı diyemem. Bir ara arka lastiğim patladı. Nasıl denk gelir ki raptiye tekerin o en zayıf bölgesine hiç anlamam. Eldivenleri elimden çıkardığımda 1 dk dayanabildim. Tekrar onları giyip, öyle tamir edip yola devam ettim.

    Bugünün dünden tek farkı havanın daha soğuk olması. Üstümdeki malzeme bu kadar soğuk havada kurumayı o kadar hızlı yapamıyor. Fakat düzenli olarak giy çıkart yapıyorum. Akşama kadar kaç defa yapıyorum bu işlemi unutuyorum. Kamp yeri arıyorum, yok inanılır gibi değil! O kadar ağaçlık alanda çadırı kuracak bir düz alan bulamıyorum. Her bulduğum düz alan mezarlık.

    En son Türkmenistan'da Oğuzhan şehrine varacağım diye geceye kalmıştım. Evet onca kilometre sonra ikinci defa gece yolculuğu. Tepe lambamı arka flaşörleri takıyorum, bisikletin ışığını da açıyorum. Neyse önümü rahat görüyorum. Arkadaki kırmızı ışıkların gücü ön tarafa bile yansıyor. Gündüz gözü ile bulamadığım kamp alanını gece aramanın hiç lüzumu yok. Bir motel bulana kadar yoluma devam ediyorum. Tırmanış yapmaktan artık üst bacak kaslarım yanmaya başlıyor. En sonunda bir motel buluyorum ve geceyi orada geçiriyorum.

    Bakmayın bu kadar söylensem de pedalladığım o dağların, o ormanların her bir kilometresine değer. Ne kadar yorulsam da umrumda değil. Şu zamana kadar 6 Ulusal parkın zirvesine çıktım bu ülkede. Belki bir o kadar da zirve denilecek noktaya. Çıkmaya da bilirdim. Bu ülkede okyanusun yanında da pedallanırdı. Ama o suratımdaki gülümseme eksik kalırdı. : )

    Ormanlar içinde kasabalar, köyler geçerek koca bir hafta geçirdim. Çok güzel yerler gördüm. O kadar ülke gezmeme rağmen kamp atacak en çok sıkıntı çektiğim ülke bu Kore oldu. Üstelik bu kadar ağaçlık alanda... Bir gün daha böyle kamp alanı bulamadım. Gene bir şehre girdim. Yeter ulan bu ne ya, baktım güzel bir park. Parkın tam ortasında da bir ağaç hemen sağ tarafta nehir var sol tarafımda yol ve binalar. Ağacın yanına gittim. Yazmışlar altına 300 senelik ağaçtır diye. Tamamdır kamp alanı burası. Meraklı gözlerin bakışları altında çadırımı o ağacın altına kurdum. Yaşlı bir teyze geldi. Korece bir şeyler dedi, anlamadım. Sonra "Gece çok soğuk olacak." demeye çalıştığını anladım. Bana otelin yerini gösteriyordu. Yok dedim teşekkürler ben burada yatacağım. Akşam o teyze bana sıcak çorba getirdi. : ) Koca şehrin içindeki parkta çadırımın içinde huzur içinde uyudum. İşte Kore böyle bir yer.

    Bir başka gün gene kamp alanı bulamadım, bu sefer arazideyim. Baktım sağ tarafta 5 tane mezarlık. Yapraklar o kadar güzel örtmüş ki mezarların üstünü... Demiştim doğanın bir parçası bunlar diye. "Koreli amcalarım ve ablalarım kusura bakmayın, bu gece buraya kamp atmak zorundayım, gidecek gücüm kalmadı. Hava kararmak üzere. Hemen 5 metre ilerinizdeki düz alana ben çadırımı kuruyorum, gece rahatsız etmem sizleri." dedim ve bir gece de o rahmetli Korelilerle huzur içinde uyudum. Mezarlıkta uyudun ve bu mu? Dedi birkaç kişi duydum. şimdilik bu. Kalanı başka bir zamana.

    Bu yazıyı tam yazarken, arkadaşlardan biri boş zamanında stüdyoya girip Mustafa Seyran’nın yazdığı o meşhur şarkıyı söylemiş. 'Elbet bir gün buluşacağız' Şarkıyı arkadaşlarına yollarken, benide internetde görünce ''Al dinle de kulağının pası gitsin" dercesine bana da yolluyor. İlk çalışında yazmaya devam ettim, ikincisinde durdum ve şarkıyı dinledim. Güzel söylemiş. Şarkının hakkını vermiş. Gözlerimi kapadım. Şarkının sözlerini dinledim. Kalpten bir ses "Bir gün biriyle bir yerde elbet buluşacaksın Gürkan. Nerde olur bu veya nasıl olur onu ancak yol arkadaşın bilir. Sen o zamana kadar çizdiğin yolda yürümeye devam et veya pedallamaya"dedi ve şarkı değişti.. Ben yazının kalanını buradan ayırıp, bir dahaki internetle buluşmama bırakıyorum….

    : )

    Sevgiler, Saygılar.
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 05:48 10 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    20 Kasım 2010 Cumartesi
    Güney Kore Macerasına devam


    Araya birkaç yazı koyduktan sonra yol anılarıma geri dönüyorum. Nerdeyim? KORE.. Güney Kore, kuzey değil. : ) Geçiş izni olsaydı inanın o tarafa da giderdim. Tur kafilesi olmadan Kuzey Kore’ye yakın en uç noktaya kadar gittim. Dağlarını ormanlarını yakından gördüm. ^_^

    Güney Kore’nin kuzeyine pedalladıktan sonra doğusuna, okyanusa doğru pedal çevirdim. Önceki Kore yazımdan hatırlayacaksınız; yaşam tarzlarını ve ne kadar teknoloji ile iç içe yaşadıklarını anlatmıştım. Her mega şehri aynı canlılıkta düşünmeyin. Türkiye’de bir İstanbul gerçeği vardır. Diğer şehirlerle onu nasıl kıyaslayamazsak, Seul şehrini baz alıp Güney Kore'de gezerseniz hayal kırıklığı yaşarsınız.

    Fakat ben doğa adamıyım; dereler, göller, rengarenk ormanlar, kuş sesleri, ahşap evler ve bunların hepsinin içinde biraz teknoloji ekleyin, böyle yerleri de çok severim diyorsanız seyahate devam.

    Günlerden pazar, almışım bisikletimi vurmuşum kendimi yollara. Güney Kore’nin Seoraksan milli parkını tırmanışa geçmişim. 55 metreden 880'e tırmanıyorum. Manzara süper. Kulağımda ipod, sevdiğim müzikleri dinliyorum. Her şey yolunda. "Aha güzel bir alana geldim. Ulan şuraya tripodumu koyayım kendimi çekeyim." Durdum bisikletten indim. Anam arkamı bir döndüm iki Koreli ve mtb bisikletleri. Yorulmuşlar, dilleri dışarıda. Benim arkamdan yukarı çıkıyorlar. Ben durunca onlar da durdu.. Hemen 'V', bu işareti yapıyorlar. İşaret parmağını ve orta parmağı kaldırıp bu selamı vermeseler olmaz. Ardından baş parmaklar yukarıda. Ne o lan yoruldunuz mu? ^_^ Bir tanesi kendi bisikletinden inip benim bisikleti denemek istediğini vücut dili ile anlatıyor. Buyur dene diyorum.. İngilizce konuşan Korelileri Seuol dışında bulmak zor. Bazı turistlik merkezlerde buluyorsunuz onun dışında çok nadir denk geliyor. Adam bisiklete biniyor 4 pedal çeviriyor. Korece bir şeyler diyor arkadaşına. Sonra arkadaşı da deniyor. Kendi aralarında konuşup elimi sıkıyorlar. "Türk, süper!" diyip pedallayıp gidiyorlar. Adamın aklını alırım böyle. Yol boyunca konuşmuşlardır hiç şüphem yok. Hatta arkadaşlarına da söylemişlerdir.

    Bu arkadaşları uğurladıktan sonra başlıyorum video çekimine. Yukarı pedallıyorum. Sonra geri aşağı inip uzaklık yakınlık ayarlarını yaptıktan sonra bir daha yukarı pedallıyorum. Sonra bir daha aşağı inip kameranın yerini değiştirip bir daha yukarı pedallıyorum. Yukarı pedallıyorum dediğim yer de öyle yakın sanmayın. Kamera ekranından çıkıncaya kadar pedallıyorum.. Artık buna benzer kaç video çektiğimi de hatırlamıyorum. Hava sıcakken pek dert etmiyordum da soğukken dur kalk dur kalk yapmak, zor oluyor.

    Neyse tırmanışa devam ediyorum. Burası anayol olmadığı için araç çok az geçiyor. Ormanın sesini dinliyorsunuz. Ormanın sessizliğini bir anda motor sesleri bozuyor. Karşıdan hız motorları geliyor. Oldum olası bu sesleri sevmişimdir. Yavaşlıyorum (sanki yokuşu 100 km ile çıkıyorum) virajdan ilk Ducati çıkıyor. Arkadan Yamaha'lar, Suziki'ler falan öyle gidiyor 10 veya 15 motor. Hızlı da gitmiyorlar, yavaş takılıyorlar. Beni gören elini kaldırıp selam vermeye başlıyor. Aleykümselam yiğitler! Sonra gene ormanın sesi çevremi sarıyor. Bazen içim gitmiyor desem yalan olur. Adamlar bir kapatıyor yokuşta vıııııııınnnnnnnnnnnnnnn tepedeler. Sonra da kendimi şu sözle teselli ediyorum. "Sen dünyada çok az insanın yaptığı bir şeyi yapıyorsun." Bunu diyorum, 2 dakika sonra da arkamdan motor sesleri geliyor. Bu sefer Harley Davidson'lar.. Abovv kaç tane? Boşuna demiyorum, bu ülke tam bir küçük Amerika.. Motorcu abilerim atmışlar ablaları da arkalarına turluyorlar oh.. Ulan ilk şehre varıp yükü falan bırakacağım, ben de arkama şehrin en güzel kızını alacağım. Benim bisiklet de bir havalı bir havalı. Hani herkes sıraya girip bekler.. "Bebeğim 5 dakika sonra gelip seni alacağım kaybolma. 2 pedal da senle çeviririz" ^_^

    Bu motorların sesi uzun süre ormanın içinde kaybolmuyor.. Bu arada bir mola veriyorum, oturuyorum kaldırımın kenarına, açıyorum portakal suyumun kapağını. Çukulatalı pisküvitlerimden yiyorum. : )

    Gene sesler gelmeye başlıyor.. Alla alla bu sefer ne geliyor acaba diye bekliyorum. Ulan nasıl bir yol tercih etmişim böyle.. Fakat adamlara hak veriyorum. Çünkü doğanın tüm renklerini bu alan içinde görebiliyorsunuz. Orman yolu örtmüş durumda. Sonbahar yaprakları yerlerde rengarenk muhteşem bir görüntü var. Burada araba, motorsiklet kullanmak veya bisiklete binmek süper. Yokuş çıkıyorum hep diyorum ama umrumda değil. Mükemmel yerler.

    İlk Ferrari gözüküyor, bir Ferrari daha, bir tane daha sonra Porsche çıkıyor ardından Lamborgine, bir Ferrari daha, Masarati. Benim elimde de çikolatalı bisküvim ve portakal suyu (Kareyi çeken bir kameraman olmalıydı, ah bee!!). Ardından bir Porsche daha, en sonunda da bir Veyron geçiyor. Sonra da gene ormanın sesi ile baş başa kalıyorum ve bisküvimi gönül rahatlığı ile ısırıyorum. Dönünce bisikletin yanına yazdıracağım. Pamir Dağı ve Gobi Çölü Kaplanı diye. Teey teeeeeyy yemişim Ferrari'sini Porche'unu. O araçlarla sizler ancak Seoraksan parkında turlarsınız veya istanbul’un sıkış tıkış trafiğinde. Turlamaya devam.... : )

    Her güzel rampanın güzel de inişi vardır. : ) Tepeye vardıktan sonra bisikleti salıyorum aşağı. Hızım 84 km.ye kadar çıkıyor. Dediğim gibi iniş ve çıkışlar çok fazla bu Kore’de, frenlere asılmasam 100 km çok rahat geçecek bisiklet. Açıyorum tepe kamerasını da aşağı inene kadar çekiyorum. 16 km.lik bir iniş yapıyorum. Fren papuçlarını en son Tacikistan'da değiştirmiştim. Önümüzdeki günlerde, burada da değiştirmek şart oldu.

    Karnım zil çalıyor. Aşağı indiğimde kavşaktaki restoranlardan birine giriyorum.. Başka bir motorcu tayfa da orada öğlen yemeği için durmuşlar. Beni görünce hepsi birden dikkatlice süzüyor. Aralarından biri ingilizce konuşup selam veriyor. Nerden geliyorsun? Seoul'dan geliyorum.. Bu arada Seuol'den orası da 340 km. falan, tebrik ediyorlar. İçeri girip yemek siparişimi veriyorum. Kore'de bir çok restoranda ya yapay yemek çeşitlerini vitrinde görüp seçersiniz veya duvarlardaki fotolardan ben bunu istiyorum diyebilirsiniz. İngilizce bilmeyen insanlar için restoranlarda bu uygulama çok güzel.

    Motorcular bisikletimi inceliyorlar. Türk bayrağını görünce önce dünya kupasından bahsediliyor.. Sonrasında beraber savaştığımızı dile getiriyorlar. Bu adamlar cidden bizi seviyorlar. "Türkiye'den uçakla, bisikletle gezmek için mi geldin Kore’ye?" "Yok direkt bisikletle geldim" diyorum. "Aslında Moğolistan'a kadar bisikletle geldim sonra ülkenize geçmek için uçak kullandım. Kara yolundan gelinmiyor sizin ülkeye." dedim. Anladılar dediklerimi ama bisikletle geldim konusunu anlatmak biraz uzun sürdü. Islıklar, alkışlar, tebrikler, foto çektirmeler. Sonrasında vedalaşıp ayrıldılar.. Kasaya hesabı ödemeye gittiğimde hesabın onlar tarafından ödendiğini öğrendim. Suratımda bir tebessüm oluştu. Bu olayın aynısını Türkmenistan’da da yaşamıştım.

    Akşama da çok güzel bir yerde kamp attım. Rampalarda çok efor sarf ettiğimden kalan son iki paket Ramen’ni de tuna balığı eşliğinde mideye indirdim.

    Sonraki günlerde o kadar çok rampa inip çıktım ki manyağa döndüm. Bir öğlen yemeksiz kaldım. Market bulurum falan dedim ilerde çıkmadı. Yanımda sabah kahvaltısı için bal taşıyordum, çıkardım kaşık kaşık onu yedim. En azından biraz güç verdi bana. 2 rampa daha çıktıktan sonra aşağıda bir kasaba gördüm "Ohhhhh be!!" dedim sonunda. Restorana kendimi attım. Korece bir şeyler diyor sahibi. Bayıldım bayılacağım. "Ver yahu, ne verirsen ver çabuk!" diyorum. Resmen gözüm kararmaya başlamıştı. Sebzeler, etler çorba falan her şey bir anda geldi. Hiiiiçççç bakmadım. Ne nedir tadı nasıldır. Umrumda değildi. Ne koydularsa önüme yedim. Market de buldum. Stoklarımı da yeniledim. Sık sık yerleşim yeri olduğundan bisiklete fazla yük koymuyorum. Eee zaten her tarafta dere var. Suyum bittikçe de yerleşim yerlerinden uzakta olan derelerden arıtıp içiyorum. Nadir de olsa arada bir köye markete rastlamadığım oluyor.

    Bir gün nasıl giyineceğimi şaşırdım. Sabah kalktım hava -15 derece. Atılım Üniversitesi'nin elektrikli battaniye kıvamındaki kapşonlu uzun kollusunu çıkartıyorum üstümden. Çekiyorum North Faceleri. Saat 10 gibi kar yağmaya başlıyor. Öğlen hava ısınıyor üstümdekileri çıkartıyorum. Bu sefer ince bir şeyler giyiyorum. Öğleden sonra yağmur yağmaya başlıyor. Bu sefer de su geçirmez kıyafetleri giyiyorum. Bir kendine gel hava! Karar ver buz mu keseceksin, kar mı, yağmur mu yağdıracaksın, güneş mi açacaksın! : )

    Bazen kamp alanı bulmakta sıkıntı da çekiyorum. Her yer ağaçlık, insan çok az, araç çok az geçiyor her şey çok güzel. Fakat ormanlarda düz bir alan yok, her yer eğimli. Haah tam güzel bir yer buldum diyorum mezarlık çıkıyor. Evet mezarlık çıkıyor.

    Belki Seul'da vardır fakat ben yolum üzerindeki köylerde toplu mezarlıklar hiç görmedim. Köyde herkes büyüğünü kendi bahçesinin içine gömmüş veya yakınlarına. Ölünün üzerine sadece toprak döküyorlar. Bu toprak futbol topunu ortadan ikiye bölün, elinizde kalan parçayı düz bir alana koyun. Mezarlar aynen bu şekilde. Üzerini de özel bir çimle kaplıyorlar. Bu çim belli bir büyüklüğe kadar gelip duruyor. Kışları sararıyor, yazları yeşeriyor ve yağmur suyu ile de toprağın kaymasını önlüyor. Doğanın bir parçası gibi mezarlar.

    Bu mezarların hemen ön tarafında ufak bir taş oluyor çiçek koymak için. Bazılarında o bile yok. Daha büyük şehirlerde de adının yazdığı ufak bir taş. Ormanların içinde böyle mezarlarla sıkça karşılaşıyorum. Öldükten sonra, mezar yeri için para, mermerine para, carta para, curta para gibi bir olay yok. Öldün mü götürüyorlar ormana atıyorlar üstüne toprağı, bir de güzelinden çimliyorlar. Alandaki eğimli toprağı da düzeltiyorlar. Huzur içinde uyuyorsun. Aklıma şu geliyor; acaba bu şekilde bu ormanları da korumuş mu oluyorlar? Saygı duyup adam burada uyuyor, alandaki ağaçları kesmeyelim falan gibi? Bizim ülkemizde uygulansa acaba ne olur? Her seferinde ben ilk düz alanı görüyorum, haah kamp yeri diyorum, sonra mezarı görünce yoluma devam ediyorum.. Yani bu kadar orman alanının içinde kamp yeri bulmak da yer yer zor oluyor.

    Uzun zamandır hiç rüzgar konusunda söylenmemiştim. Çünkü artık siz de biliyorsunuz, ilk baştaki yazılarımda sıkça dile getirdim: Doğuya doğru giderseniz rüzgaaarr heeeep karşınızda! Pedallaya pedallaya Seoraksan parkı yakınlarındaki vadilerden birine girdim.. Rüzgar arkadan bir esti inanın pedal çevirmeyi bıraktım! Adamlar zaten rüzgar değirmenlerini de o alana koymuşlar.. Sokcho şehrine kadar rüzgar arkada devam ettim.

    Sokcho önemli bir şehir benim için. Neden? Çünkü Türkiye'den çıktıktan sonra bisikletimle Pasifik Okyanusuna ulaştığım şehirdir. : ) Ayrıca ben de hayatımda ilk defa okyanus görmüş oldum. Çıkardım hemen tabureyi. Kurdum çilingir sofrasını. Attım oltamı denize. Koydum fona Karadeniz tulum havasını. Rakımdan bir yudum içip "Ohhhhhh" dedim. Nereyeeeeeeeeee dedin? Hahaha bunu yapmak isterdim de malzeme sıkıntım vardı. Sadece ayaklarımı okyanus suyuna soktum.

    Hemen kıyıdaki bir balık lokantasına gittim. Okyanus balıkları canlı canlı. Haçen bir karadenizli olarak sevuyum da balık yemesunu pişurmesunu, avlamasunu. Kanımızda vardur. Ulan hangi balığı yesem? Görünürde tanıdık balık da yok. Bizim levreklere yakın bir balığı seçtim hemen kömür ocağına attılar, oh mis. Yeşillikler geldi falan. Eh şimdi rakısız olmaz bu iş. Önceki yazımda demiştim; sek içtikleri bir alkollü içecek var. Koreliler alkollü en iyi içkimiz diyorlar. Bizim Yeni Rakının yanında bildiğin şekerli gazoz ayarında. Getir bakalım şekerli gazozlarınızdan bir tane! Oh bee kömürde pişen balığı yemeği de özlemişim..

    Yemekten sonra şehirde kalacak yer arıyorum. Sezon dışında gittiğim için şehirdeki otel ve motel fiyatları 22 $'a kadar düşmüş. Minik bir restorana giriyorum. Yakında bir motel nerde bulurum diyorum. Adam bana motelin yerini tarif ediyor. Sonra "Dur bekle beraber gidelim" diyor. Motoruyla o önde ben arkada beni motele götürüyor. Teşekkür ediyorum. "Yarın akşam sizin lokantaya yemeğe geleceğim." diyip ayrılıyoruz.

    Ertesi gün önce şehri gezip sonra bu lokantaya gidip akşam yemeğimi yiyorum. Bu lokanta hakkında biraz detay vereyim. Lokantanın adı Sun Flower. Küçük bir yer. İşletmecisi aynı zamanda yemekleri pişiren Nam Eun ju adında bir bayan. Paket servisleri Kocası Choi Young Gog yapıyor. Yakın yerlere bisikletle gidiyor, uzak yerlere motorsikletle. İki tane çocukları var biri kara kuşak tekvandocu Choi Jeong wo. 11 yaşında, benle konuşmaya çok hevesli fakat ingilizcesi yeterli olmuyor, abisine soruyor hep. Choi Jeong-ju onun adı da, 12 yaşında, futbola meraklı. Aileleri akşam yemeğe oraya benim gibi bir bisikletçinin geleceğini söyleyince ikisi de okuldan sonra hemen restorana geliyorlar benle tanışmak için. Anne baba biraz ingilizce biliyorlar, büyük ufaklıkta aynı şekilde. Açıyorum hemen yandaki bilgisayarda bir çeviri programı, saatlerce güzel güzel sohbet ediyoruz. Sonra da akşam hep beraber bara gidiyoruz..


    Çocuklarla oraya kadar bisiklete binerek gidiyorum, çok mutlu oluyorlar. Hatta dikkatimi bir şey çekiyor. Kola içmeye gittikleri için çok mutlu oluyorlar. Çünkü kolayı çok fazla tüketmelerine aileleri izin vermiyor. Gittiğimiz yer bir bira parkı. Ve buraya çocuklarınızla gidebiliyorsunuz. Onlar kolalarını içiyor, siz biranızı. Orada da 2 saat kalıp ayrılıyoruz. Dün bana elektronik posta atmışlar, nerde olduğumu ne yaptığımı, bir şeye ihtiyacım olup olmadığımı soruyorlar. Dedim ya Koreliler çok misafirperver insanlar.

    Güney Kore’de bisikletime şu zaman kadar 4 ulusal park gezdim. Bukhansan, Seoraksan, Odaesan, SoBaeksan; hepsi de birbirinden güzel parklar. Koreliler yürüyüşe çok meraklı oldukları için ulusal parkların hepsinde detaylı yol bilgileri, gezi ve dinlenme alanları mevcut. Hatta ilk defa bir kamp alanında çadır bile kurdum bunca kilometre sonra.

    Sevgiler, saygılar.

    Gönderen Gurkan Genc zaman: 00:23 17 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Güney Kore, Sokcho

  7. #17
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..

    Kore Ormanlarında Kışın Pedallamak

    Bu ülke haritada küçük gözükebilir. Hatta batıdan doğusuna baksan 450 km olan bir ülke. Fakat çok dik tırmanışları var. Tahmin edersiniz ki ben de ana yolları tercih etmiyorum. Şu ana kadar ülkenin 4 ulusal parkını gezdim ve oralarda kamp attım.

    Şimdi aşağıda vereceğim bilgiler benim yol sırasında kazandığım deneyimlerin ufak bir kısmı. Bana göre aşağıdaki gibi yoğun performanslı uzun tur tırmanışlarında yapılması gerekenler.

    215m’den 520m’ye pedallandı.

    180m inildi 622m’ye pedallandı.

    210m inildi 682m’ye pedallandı.

    285m inildi 580m’ye pedallandı.

    175m inildi 721m’ye pedallandı.

    222m inildi 780m’ye pedallandı.

    320m inildi 720’ye pedallandı.

    212m ye inildi.

    Bu geçenlerde bir gün içinde yapmış olduğum tırmanış ve iniş. Buna benzer daha çok veri var. Toplamda 3013 metre tırmanılmış, yolun eğimi de %8-%13 arası değişiyor. Tacikistan'daki olay farklıydı. Tırmanmaya bir başladım mı günü bitiriyordum. Bir kere tırmanıp bir kere iniş yapıp kamp yapıyordum. Kore’de böyle değil. İn, çık, in, çık şeklinde. Burada asıl beni yavaşlatan unsur mevsim. Bir de Kore'de bu şekilde tırmanıp inmeye devam edersem Tacikistan'daki kendi tırmanma rekorumu da geçeceğim sanırım. Önümüzdeki günler neler gösteririr bilemem.

    Sabah pedallamaya başladığımda hava -10 derecelerde, öğlene doğru 0 dereceye geliyor. Sabahları bisikletin her tarafını buz tutmuş oluyor. Güne buzları temizleyerek başlıyorum. Tırmanış yaparken üzerimde sadece spor atlet, altımda spor kapri ve rüzgar kesen ince bir mont oluyor. İnişe geçerken bere,maske, terlemeyi dışarı atabilen uzun kollu bir kıyafet, tayt , spor kapri ve gene rüzgarlık oluyor. Bu arada ayağımda bisiklet ayakkabısı falan yok. Bu soğukta onlar giyilmez. Grotech botlar mevcut. Varsa Grotech bisiklet ayakkabınız onlar giyilir. Eğer hava -10 derecenin üzerindeyse ve ben bisiklet kullanıyorsam o zaman üzerime North Face'in Summit serisini giyiyorum. Gene içinde de sadece spor atlet oluyor.

    Eldivenlerde çok önemli. Tercih edilen 2 gözlü eldivenler. neden? çünkü daha az soğuk geçiriyorlar. Fakat ben su geçirmeyen 2 gözlü bulamadığım için Nort face in su geçirmez 5 parmak eldivenlerini kullanıyorum. Tamam su geçirmiyor fakat şöyle bir sıkıntı var. İçinde polar kaplamada olsa kaz tüyü olmadığından soğuk geçiriyor. Bende içine ikinci bir yün eldiven giyerek sorunu çözdüm. Hatta bu eldiven dirseğime kadar gelen bir bayan eldiveni. Bisiklete bindiğinizde ön tarafa doğru eğildiğiniz zaman montla eldiven arasında bir boşluk oluşur. Rüzgarlı günlerdede o boşluktan içeriye bolca rüzgar alırsınız. Ben bu boşluğu eldivenin kalan kısmını oraya toplayarak önlüyorum böylelikle sıcak ve konforlu bir sürüş oluyor.

    Bir de bu kadar soğuk havalarda öyle peçete parçası gibi şeylerle (Buff) ancak boğazını korursunuz. Özel maskelerden kesinlikle şart. Bazı fotolarımda beni Ninja gibi görüyorsunuz. : ) Mahir Karasu, Ayşe Yıldız ve Onur Torun tarafından hediye edilen bere ve maske çok başarılı. Lafuma’nın ürünü su geçirmiyor, terlemeyi emiyor ve nefes almak oldukça rahat. Boynumun ön tarafını, kulaklarımı ve ensemi tamamı ile kapatıyor, iki parçadan oluşuyor.

    Sıfır eğimde yaptığınız hızda önemli. Basıyorum düğmeye 93 kadansla 21.5km hıza sabitliyorum bisikletimi yoluma devam ediyorum : ) . Hava zaten soğuk hız yapıpta üstümüze rüzgar üfürtmenin alemi yok.

    Peki neden bu şekilde sürekli üstümü değiştiriyorum? En basit şekilde hasta olmamak için. Detaya girecek olursam.. Tırmanışları bu inişler sırasındaki kıyafetlerle yapsam ne olur? Kıyafetler gene terlemeyi çok güzel bir şekilde dışarı atıyor. Bisiklet sürerken sıkıntı yok ne zaman ki mola veriyorum işte o zaman sıkıntı. Güneş olmadığından teri emip dışarı atan kıyafet, kurumakta zorluk çekiyor!!! Yazın böyle bir sıkıntım yoktu. Üstüne soğuk hava ve rüzgarda girince. Mola verdiğinizde üşümeye başlıyorsunuz.. Eh böyle uzun soluklu yolculuklarda da bir kere mola vermiyorsunuz. Video ve fotoğrafta çekiyorsanız. Bu tırmanırken çıkart, inişe geçerken giyin olayı şart. Yoksa hasta olursunuz.

    Blogu düzenli okuyanlar bilir. Benim bir ön lastik var. Adı, Rubena Flash olur. 10 bin km yi ben bu turu devirmeden önce devirdi. Bu lastik toplasanız 10 defa ya patlamıştır ya patlamamıştır. Michelen’in yama setini kullanıyorum. Adamlar dünya markası. Ama doğa dünya markası falan dinlemez. Sen patlağın üzerine yapıştırıcıyı o soğukta sürdün mü o yapıştırıcı anında donar veya yapıştırıcı zaten donmuştur. Öyle bakar kalırsın. O yüzden en güzel yolu kendinden yapışkanlı yama setleri. Onda da dünyanın en iyi markalarında birini kullanıyorum. Soğukta tek çözüm ve çok pratik. Bu Rubenamın üzerinde artık sizde hak verirsiniz ki yarıklar kesikler olmayan bir şey yok. Hatta geçenlerde cımbızla Moğolistan'dan kalma bir diken bile çıkardım.. Kamp yerleri her zaman kolay yerlerde olmuyor, bazen nehirleri bazen de su birikintilerini geçmem gerekiyor. Yarıklarla dolu olan Rubena’nın içine su girdiği anda da o kendinden yapışkanlı yamalar hemen özelliklerini kaybedip patlağı ortaya çıkartıyorlar. Atılım Üniversitesi ve Güngörler Bisikletin göndermiş olduğu dişli lastikleri henüz kullanmıyorum. Önümüzdeki günlerde kar yağışları başlayacak o zamana saklıyorum onları.

    Bu arada pedallama sürem de azaldı. Kış ayına girdiğimizden hava geç aydınlanıyor, erken kararıyor. Yazın sabah 6 da başlardım akşam 7-8'de bitirirdim. Şimdi sabah 8 buçuk veya 9'da pedallamaya başlıyorum. Akşam 4 buçukda bitiriyorum, 1 saat sonra da hava kararıyor, ben de ancak kampı hazırlayıp yemek yapıyorum.

    Sabahları güneş kendini göstermese de, o bulutların arasından hafifte olsa gözükse, bisikletimin üzerindeki buzları bir nebze olsun çözüyor. Ben de yola öyle çıkıyorum. 5 dk kadar bisikleti zorlamamaya çalışıyorum.

    Önemli bir konu daha var. Gözlük! Özellikle de camları sarı olanlar. Her sabah düzenli olarak gözümde. Yoldaki buzlanmayı daha net görebiliyorum. Kışın dağda snowboard yaparken de sık sık kullanırdım sarı camlı gözlükleri. Hem siste daha net görmenizi sağlar hem de beyaz bir alanda gözünüzü hiç yormaz. Ayrıca güneşli günlerde gözlerimi çok iyi dinlendiriyor.

    Rampalar, soğuk hava, hastalanmamak için alınan önlemler derken sık sık pedallasam bile evet hala Kore'deyim. Günde 60-80 km arası yol alarak ilerliyorum. Aralığın ilk haftasına kadar da Kore sınırları içindeyim.

    Kore'den sevgilerle. : )
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 00:50 15 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Grotech bot, Kışın Bisiklete Kullanmak

  8. #18
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    16 Kasım 2010 Salı
    İyi Bayramlar
    Öncelikle bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım. Bendeniz bu bayramı da evimden uzaklarda tek başıma pedallayarak geçiriyorum.

    Bu seyahatden dolayı bana her gün bayrammış. Bazı arkadaşlar öyle uygun görmüşler. Eee sen de yap canım kardeşim tutan mı var? Yap sonra konuşuruz. Bana da öğretirsin, her gününü nasıl bayram gibi geçirdiğini. : )

    Aslında bu bayram mutluyum. Niye mi? Her gittiğim evde tepeleme yemek ve tatlı konurdu önüme. 'Ye ye, gençsin sen kan yapar' .. Len genci mi kaldı? Tokuz desen de laf anlatamazsın kimseye. Babam da yemezdi kendisininkini bana veya kardeşime verirdi. 'Ye ye ayıp olmasın'. Akşama da midem midem diye kıvranılır..

    Olay aslında yemeğin kan yapması değil. Akrabalar arasında kim daha güzel yemek yapmış, bayramdan sonra onun dedikodusudur.

    '' Ay Nurgüllerde bir baklava yedik şerbetinin tadı yoktu''
    '' Dayımlarda yediğimiz etin tuzu çok fazlaydı."
    '' Gül teyzem bir yaprak sarmış tencere tencere yedik''

    Neyse ki ben bu bayram programımı 8 ay öncesinden hesaplamıştım. Bayram tatili için Güney Kore'ye geldim. Niye mi 8 ay? Eee bisikletle geldim. 9 günlük tatil kaçar mı?

    Acaba Kore elçiliğimiz bayram resepsiyonu veriyor mu? Hum..... Neyse ona da çağırmazlar. : )

    MUTLU BAYRAMLAR!


    Bu arada yeni yazılar bayramdan sonra... Eeee tatildeyim..
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 15:12 7 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Bayram Tatili
    09 Kasım 2010 Salı
    220 gün sonra Pasifik Okyanusu
    220. günün sonunda Güney Kore’nin Sokcho şehrine vararak Pasifik Okyanusu'nun kıyılarına ulaşmış oldum. Çok güzel fotoğraflar mevcut, ilerleyen aylarda yayınlarım. : )

    Desteklerinden dolayı bugüne kadar blogda benle beraber yol almış ve almaya da devam edecek olan herkese çok teşekkür ederim.

    Bu yazımda son zamanlarda sıkça sorulan birkaç soruya cevap vermek istiyorum.

    Bu seyahat de ne kadar para harcadın? Kimler seni destekledi? Sokağa atacak paran varsa bize versene? Çok zenginsen benimle de paranı paylaşır mısın? Bir dahaki seyahatine yanına birini alacak mısın? Vize işlemlerini nasıl halletin?

    Gerçi kimlerin ne kadar desteklediğini önceki yazılarımda söylemiştim fakat miktar vermemiştim. Buyurun bunlar turun şu zamana kadarki harcamaları..

    Keşke Türkiye'de seyahat eden Hasan Söylemez www.hasansoylemez.com gibi ben de beş kuruş harcamadan gezdim diyebilseydim. Aslında yapılmayacak bir şey değil, koyun hedefi yapın. Ama yurtdışında seyahat ederken böyle başkalarının da sizinle beraber seyahat etmesini sağlayabilir misiniz veya depolarda duran yüzlerce bisiklet bir daha gün yüzü görür mü onu bilemem. Öyle bir turun hedefi ve amacı da farklı olur.

    3 nisan – 30 Eylül tarihleri arasında 6 aylık sözleşme ile turun ana sponsorluğunu Atılım Üniversitesi yapmıştır. Ödenen miktar 7140$. Bu para 6 ay süresince bölünerek verilmiştir. Neden 6 aylık bir sözleşmedir? Çünkü bu turun 6 ay içinde biteceğini düşünmüştüm. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Bir çok aksilik yaşadım. Blogu düzenli takip edenler bilir. Neymiş; böyle turlarda hesaplarının yarısı kadar ek zaman koyacaksınız. Peki neden devam etmediler? Aslında devam kararı alındı. Fakat sözleşmelerde ıslak imza olayı vadır bilirsiniz. Eh bende Kore'de olunca o yüzden yenilenmesi zaman aldı. 1 ocak tarihine kadar yenilenip 5980 $ ek ödenek çıktı. Toplamda 13120 $ . Yaman Zaim ve babasına tüm bisikletçiler ve gezginler adına teşekkür ederim böyle bir projeye inanıp, destekledikleri için.

    Bisikletin yapımında Güngörler Bisiklet indirim uygulamış, Türkmenistan'a zincir ve parçalarını, Moğolistan'a dişli tekerlekler yollamıştır..

    Burak'a ne kadar teşekkür etsem azdır. http://www.bisikletgungorler.com

    Bisiklet Türkiye'den çıktığımda tamamı ile Shimano Lx'den oluşuyordu. Ön tarafta havalı karbon maşa vardı ki hala var ve çalışıyor. (sürekli lastik markası Rubena'yı övdüm fakat bu süspansiyon sistemi de onun kadar övgüyü hak ediyor) Türkiye'den çıkmadan bu bisiklete 2000$ masraf yapmıştım. Şu anda bisikletin üzerinde ki tüm ekipman Shimano XT den oluşuyor. Tur bisikletinde olabilecek en mükemmel sistem. Bisikletin değeri 3500$ da geçti… Gene yola çıkmadan kamp malzemeleri, uyku tulumu, kışlık yazlık giyecekleri yeniledim, elektronik eşyalar ve diğer takım taklavatları da içine alırsanız bisiklete ve üzerindeki malzemeye toplamda 7000$ üstünde para harcadım.

    Bisikletliler Derneği uydu telefon desteğinde bulunmuştur. Bu yardım çölün ortasında hep derdime derman olmuştur. Dernek başkanı Murat Suyabatmaz'a teşekkürler. http://www.bisikletliler.org

    Türkiye'deki Garmin satıcısı Baytekin de Ayşe hanım sözüme inanarak 1000 TL değerindeki gps'lerini 750 TL indirip vermişlerdir. https://secure.baytekin.com.tr

    Hepsi budur. : )

    220 gündür yollardayım, yaşanan aksiliklerden rota değişikliklerinden dolayı da bu turun günlük maliyeti 50$. Bu da toplamda 11000$ etmektedir.(Tokyo ya 314 günde varıldı 15700$ ayrıca tokyo dan dönüş bileti sezon dışı olduğundan en yüksek fiyatda alınıyor.). Neden bu kadar pahalı? 4 mevsim yaşıyorsunuz, yazlık ekipmanlarla kışı geçiremezsiniz. Vize işlemlerinde aksilikler yaşanıyor, konaklamanız uzuyor, rotanız değişiyor, bisiklette ekipman değişikliğine gidiliyor falan filan. Ayrıca ben gezerek eğlenerek yeri geldiğinde sefillik yeri geldiğinde sefa içinde bir tur yapıyorum. O yüzden biz bu paralara dünyayı 3 defa dönerdik diyen arkadaşlar olacaktır. Tabiki de buyrun yollar sizin. Ben kendi maliyetlerimi sizlerle paylaşıyorum. Bu demek değildirki bu rota bu fiyatlara geziliyor. Çok daha ucuza gezenlerde var. İlerde bizim ülkemizde gezecek olanlarda çıkacaktır.

    Evet bütçenin çok büyük bir kısmını ben kendi cebimden karşıladım. Zengin misin sorusuna cevap. Hayır değilim! Ayrıca paramı sokağa attığımı da düşünmüyorum.

    Vize işlemlerini nasıl halletin? Bazı ülkeler için Dışişleri Bakanlığı yardım etti. Öyle elinizi kolunuzu sallayarak ben turistim diyip giremiyeceğiniz ülkeler var. Türkmenistan ve Çin gibi. Onun dışında başkentlere uğradıkça bir sonraki gideceğim ülkenin vizesini elçiliklerimin yardımı ile aldım.

    Öncelikle kendim için sonrasında da ülkem ve dünya için iyi bir şey yaptığıma inanıyorum. Türkiye'ye döndükten sonra bu blog sitesi İngilizce, Rusça, İspanyolca ve Çinceye çevrilecek ve www.gurkangenc.com adresi olarak hayata gececek. Ülkemin tanıtımına da katkım olacak.
    Bir daha böyle bir tura çıksam kesinlikle bu tura nazaran bazı konularda daha az para harcarım. Bu benim ilk deneyimimdi.

    Ne o herkes ciddi ciddi okuyor kimsenin suratında gülücük yok. : ) Bu yazı biriken soruların bir kısmını sanırım cevaplamış oldu.

    Ben bu tura çıkmadan önce;

    Ahmet Mumcu www. ahmetmumcu.blogspot.com

    Evrim Yiğit www.gezi-evrimyigit.blogspot.com

    Gizem Altın Nance http://dogayladost.blogspot.com

    (Gizem'e birşey sormadım çünkü öncesinde tanışmıyordum, kitapçıda oturdum 'Dostum Pasifik' adlı kitabını okudum. Sonrasında kendisi ile tanıştım

    ve Cemal Atasoy'a

    defalarca sordum. Kafalarını ütüledim. Bu nasıl olur şu nasıl olur diye. Onlar da bana özel olarak anlattılar. Neler lazım, neler yapılabilir, ne kadar para harcandı, ulaşımlarda, geçişlerde sıkıntılar, neler daha bir çok soru.. Hala da yardım ederler ara ara.

    Her zamanda sorulan soruları cevaplamaya yardımcı olmaya seve seve hazırım.

    Tüm gezginler yazmalı anlatmalı ki dünyada daha çok Türk gezgin olsun. Ülkemizde, dünya vizyonuna sahip insan sayısı artsın. Ne kadar muhteşem bir ülkede yaşadığımızı görsünler ve o ülkenin neden bu hallere düşürülmek istendiğini anlasınlar.

    Bence yurt dışına çıkan her gezgin böyle paylaşımlar yapmalı. Ben öyle düşünüyorum.

    Şimdi Pasifik Okyanusu'na yorgun ayaklarımı sokmaya gidiyorum. Ne kadar soğuk olursa olsun umrumda değil.

    Sevgilerle.
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 04:12 15 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: Atılım Üniversitesi, Bisikletliler derneği, Güngörler Bisiklet, Hasan Söylemez
    05 Kasım 2010 Cuma
    GÜNEY KORE



    Kore'den sonra ben bu çekik gözlüleri sevmeye başladım. Seul şehri bu kadar çekici ve güzel olunca onlara karşı da bir sempatim oldu. Bir tane çekik gözlü gelin alıp geliyorum. : )

    Seul'daki günlerimi Bewoon adlı bir guest house'da geçirdim. Sezon dışında gittiğim için kaldığım bir hafta boyunca sadece 3 gün odayı birileri ile paylaştım. Tam çekik göz işi bir mekan. Kapılar sürmeli, ayakkabılar dışarıda çıkartılıyor, tüm mekanda yalın ayak geziyorsun. 18 dolara sabah kahvaltısı, internet ve çamaşır yıkama dahil. Bir yurda göre aslında pahalı. Diğer yurtları da araştırdım ortalama aynı fiyat veya pahalı. Yani Güney Kore neticede, Asya'daki en pahalı ülkelerden biri. Neyse neticede burası gayet güzel bir yer. 22 yaşında 3 tane de gencecik kız çalışıyor İngilizceleri de gayet iyi. Otelde kaldığım akşamlar oturup sohbet ettim bu kızlarla da. Bir daha bekliyorlar da, kim bilir bir daha ne zaman giderim.

    Seul şehrinde benim gözüme çarpanlar: Bisikletimle hemen hemen her gün sokaklarda gezdim. İnanır mısınız inşaat görmedim. Hani yapılmakta olan bir bina görmedim. Yani şehir bitmiş. Yolların kenarına, etrafınıza bakının en ufak bir çöp veya toz, çamur görme gibi bir ihtimal yok. O kadar çok mazgal var ki. En yoğun yağışlarda bile bu şehirde yollarda su birikmesi gibi bir şey olmasının imkanı yok.

    Seul'daki yerli halkın büyük çoğunluğu ingilizce konuşuyor. Seul'de uzun süre yaşayan yabancılar bile Korece öğrenmeye gerek duymamışlar. Bir akşam hostele benim odaya iki Hong Kong'lu geldi. Henry ve Songuy uçaklarını kaçırmışlar. Songuy öğretmenmiş bana Çince sembollerin temelini gösterdi. Aslında o kadar da zor değil gördüklerini resme aktarmışlar. Uzunca bir süre çalışılırsa öğrenilir. Dil öğrenmekten nefret ederdim. Fakat şu yolculukta hoşuma gitti. İngilizcem muhteşem olmasa da şu ana kadar tek bir sorun bile yaşamadım bu konuda. Herkes beni anlıyor ben de herkesi anlayabiliyorum. Sadece bazı Amerika'lılar ve İrlanda'lılar hariç. O nasıl bir konuşma ya. Cümlenin başı sonu nere belli değil. Ben anlamıyorum.

    Bu Korelilerin sembolleri ve dilleri tamamı ile Çinlilerden ve Japonlardan farklı. Fakat hala bazı yerlerde özellikle tapınaklarda Çince yazılar görmek mümkün.

    Şehrin bir metro sistemi var. Ben Pekin'de bile böylesini görmemiştim.. Kaç hat kardeşim sizin metro? Seul'de yaşayanlar hala ellerinde metro haritası ile geziyorlar. Öyle böyle büyük değil. 20 milyona yakın insanın yaşadığı bir şehri de bundan aşağısı kurtarmazdı. Bizimkiler de 10 sendir Ankara'da Çay yolu metrosunu yapıyorlar. Heyoooooooo adamlar çağ atladı len, aletlerin tekerleri yok, artık mıknatıs sistemine geçtiler, havalanıyor falan. Bir gün bir noktaya gitmek için 4 hat değiştirdim. Şimdi bir tanesinden iniyorum, bineceğim diğer hatta kadar gidiyorum, 2 veya 3 dk sonra metro geliyor. Bu çok önemli bir olay . O bekleme olayını da şöyle düşünün: Yaşlı insanlar o iki hat arasındaki mesafeyi benim kadar hızlı yürüyemez. Anlayacağınız her şey o kadar dakik ve senkronize şekilde çalışıyor ki hayret edersiniz.

    Tekerlekli sandalye kullananlar için asansörler var. Bakın asansörler dedim öyle bir iki tane değil. Asansörler bozuk mu veya aşağıdaki mağazaları gezmek mi istiyor; onlar için özel merdiven sistemi yapmışlar. Tek yönlü değil, çift yönlü. Bu ülkede tekerlikli sandalyede yaşayan insanlar, inanın tek bir tümsekle veya çıkamayacakları bir alanla karşılaşmazlar.

    Şehirde yönünüzü kaybettiniz veya metro içinde hatlara bakacaksınız; karşınızda dokunmatik dev bir ekran. Her ana caddede veya metro istayonlarında görebilirsiniz. Google Earth'ün Seul şehri için uygulanmışı. 20 küsur dakika o makinanın başında geçirdim. Sokak aralarına girip gezebiliyorsunuz.

    Yeterli değil mi? Peki devam.. Her ana caddenin başlangıcında ve sonunda turistler için ufak bilgi alma merkezleri var.. Bu bizim büfeler kadar. Tüm ülke hakkında ve küçük şehirler hakkında bilgi alabilirsiniz. Hatta şehirlerin veya ülkenin haritasını da veriyorlar. Herşey bedava....

    Bindiğiniz her takside navigasyon sistemi var. Adam ingilizce bilmese bile adresi verin sizi götürsünler. Ha bir de şöyle bir olay var: İki defa denk geldi. İki tip taksi var. Biri beyaz taksiler, bunları daha çok görüyorsunuz. Diğeri de sarı taksiler. Bunların özelliği sürücülerin ingilizce dahil birkaç dil bildikleri anlamına gelmesi.

    Şehrin ana meydanında bir grev seyrettim. İnsanların ellerinde pankartlar. Ne yolu kapatmışlar ne de yayaların yolunu kesecek şekilde kaldırımı işgal etmişler. Ekonomik olarak bu kadar gelişmiş bir ülkede bile grev oluyor ama bizimkilerden farklı.

    Her bisiklet parkının üstünde yağmurluğu, yanında pompası mevcut. Çin'deki kadar olmasa da bu ülkenin de bisiklet yolları mevcut.

    İnternet hızı konusunda diyecek bir şey yok. Araştırırsanız adamlar dünyanın en hızlı internetini kullanıyor. O metrolarda zaten herkesin elinde tablet bilgisayarlar, incecik televizyonlar. Bizde şu aralar herkes iphone 4 almaya çalışıyor. Seul'de bir çok insan iphone 4 kullanıyor. Dedim galiba bir yerde bedavaya dağıtılıyor, ben de alayım. Sonra da öğrendim ki alsam bizim ülkede çalışmaz. Neden çünkü adamlarda sim kart diye bir şey yok. Makinada kartı takacak yer yok. Tamam bizim operatörler de Güney Kore'de çalışıyor, fakat pahalıya geliyor. Eh sim kart da yok. Mecburen bir telefon almanız lazım. Tabii ben iphone almadım, 30 dolara bir telefon alıp içine de kontür yüklettim. Bu ülkede a marka b marka c marka diye telefon hatları yok. Devletin telefonu Güney Kore Telekom var. Ülkenin her yerinde çekiyor, 3G – 4G falan hikaye. Bu telefonların internet hızı bile inanılmaz.

    Anlat anlat bitmez hadi şunu da anlatayım son olsun. Bir gün tuvalete girdim (kakamı yapmaya, [argosu sıçmaktır]. Diyeceğim bazı arkadaşlar "Gürkan çok ayıp, konuşmasını bilmiyor musun tam öküzsün!" diyecekler. Hatta bu işlemi de popomla yaptım [argosu götümdür] dedim mi de terbiyesiz oldum. "Shit" ve "Ass" kullansam aynı tepki gelmezdi. Ben arada bir de olsa argo kelimeler kullanıyorum, beğenmeyen olabilir. Kusura bakmayın. Mesaj ulaşmıştır sanırım gerekli yerlere

    Neyse bu tuvalete giriyorsunuz klozete oturmaya korkarsınız. Çünkü yan tarafta minik bir bilgisayar var. Oturuyorsunuz oturduğunuz yer sıcak. Sıcaklık az mı? Hemen yandan ayarlanıyor. Ortam pis mi koktu? Hemen düğmeye basılıyor, klozetten bir lavanta kokusu çıkıyor. Sanarsınız ormanlık alanda, dağda, bayırdasınız. Ama orada bol bol tuvalete çıkmış biri olarak, yemezler görüntü eksik. Onu da sanırım ileri seviyesinde kapının arkasında koyacakları bir ekranla çözerler. Sonracığıma tuvaletiniz bitti, suyu otomatik olarak nokta atışı şeklinde püskürtüyor. Tazzik fazla mı? Hemen düğmelere basıp düşürüyorsunuz. Bu işlem farklı açılardan da yapılıyor. Sonra kurutmaya geçiliyor. Sıcak, soğuk nasıl isterseniz artık. Islanan bölgeye havayı da verdikten sonra kalkmadan da bir düğmeye basıyorsunuz, tuvaleti terk ediyorsunuz. Bu makine 12 düğmeden oluşuyor 38 fonksiyon var. Ben hepsi ne işe yarıyor anlamadım. Anladıklarımı yazdım.. Güney Kore'de para harcanacak bir yer kalmamış, işi keyfe vurmuşlar.

    Şehrin hemen merkezinde imparatorun sarayı var. Bu restorasyon işlemleri burada da aynen Çin'deki gibi: Restore etmiyorlar, tamamen yıkıp yenisini yapıyorlar. Buna rağmen muhteşemdi. Bu sarayda imparator ve eşleri birlikte yaşıyorlarmış. Koca alan için hemen hemen her eşine özel ev var. Gizli bahçe diye bir bölümü var, süper. Orada bir ağacın altına oturdum ve gözlerimi kapadım. Şehrin içinde huzur. Bu bahçe şehir merkezinde olmasına rağmen şehrin gürültüsünü duymuyorsunuz. Sadece kuşlar ve göle akan suyun sesi geliyordu.


    İçerde dolanırken bir alanda kalabalık toplanmış birini görmeye çalışıyorlar.. Hoppp ne oluyor orada kim var? Çekilin ben yabancıyım diye diye, hahaha! En öne kadar gittim. Koreli bayan artist. Reklam filmi çekiyordu. Hemen kameraların arkasına geçtim. Fotosunu çekmek için uygun bir pozisyona geçtim, eee güzel kadın. Evet Koreli kadınlar güzel. Hani "Ne farkı var işte çekik gözlü" diyeceksiniz. Yok o benim için eskidendi. Ben de hepsine "Aynı işte" derdim ama şu anda koyun karşıma köyüne, kazasına kadar söylerim haha! 5 aydır bu diyarlarda pedallaıyorum. : ) Çekim yaparken bir görev adamı geldi. Fotoğraf çekmek yasak dedi. Haha. Deli misin len? Kaç defa Koreli film artisti göreceğim. Sen dua et çekim yapıyorlar. Yoksa çoktan gidip tanışmıştım. Bir poz çektim o da yeter dedim, fazlasını alıp ne yapacağım yer kaplamasın makinada.

    Ertesi gün imparatorun kalesine gittim. Buradaki görsel şölen çok güzeldi. Aslında bu kale bana yasak şehri anımsattı. Mimari ve alan hemen hemen aynı. Hatta hatta burada da o kapılardan falan geçtikten sonra altın renginde bir kanepe gördüm değişiklik yoktu. Fakat içerisi yasak şehre göre daha güzeldi. Buranın en güzel olayı ise içerdeki askeri birlikler. Hepsi o dönemin savaş kıyafetlerini giymişler kapıda nöbet tutuyorlar. Her taraf asker dolu.. Ellerinde katanalar mızraklar, oklar. Askeri yürüyüş, kapıdaki görevlilerin nöbet değişimi falan çok güzel yapılmış. Bir de bizdeki mehteran takımına benzeyen bir grup da bu nöbet değişimleri sırasında ortaya çıkıp yürüyüş yapıyor.
    Bu arada tarihi yerleri, müzeleri gezerken çocuklar çok dikkatimi çekti. Velileri veya öğretmenleri ile geziye gelen yüzlerce çocuk vardı her gittiğim yerde.


    Ankara'daki canım arkadaşım İrem Turnaoğlu (öcal) : ) Güney Kore’ye geçer geçmez İngiltere'de beraber okula gittiği kız arkadaşı Young'un telefonunu gönderdi. Kendisi ile buluştuk. İrem ve Ezgi sağolsunlar ön türkçe eğitimini vermişler. Ben de unutulanları hatırlattım ve yenilerini öğrettim. Artık düğünde şiir okur sizlere İrem. : )

    Young ile birlikte Seul'daki Güney Kore ulusal müzesine, birkaç resim galerisine gittik. Girişler bedava.. Neredeyse Seul'da kaldığım her akşam da gece dışarı çıktık. Restoranlara, barlara, eğlence yerlerine.. Gitmediğim bir yer kalmadı. Mesela bir bara gittik, inanılmaz kalabalık, ortada gezen garson sayısı 3 tane falan, onlar da çöpleri topluyorlar. Kapıdan içeri girerken elimize bir adisyon kağıdı verildi; "Bu ne dedim?" Masanın üzerinde duran içkilerden istediğini içiyorsun sonra da adisyona yazıyorsun, çıkarken de adisyonu kasaya veriyorsun ben bunları içtim diye. : ) "Eee dedim 10 tane içip 3 tane yazan olmuyor mu hiç?". "Bu bara sadece Koreliler gelir, yabancılar bilmez. Onu da sadece Avrupalılar yapar, bizim ülkemizde olmaz öyle şey." dedi kız. "İyi ben Avrupalı değilim neyse ki" dedim. Sadece Miller içtim, onun da bardaki fiyatı 10 TLye denk geliyordu. Adam alkollüyken ben bunları içtim diyip hesabını ödeyip gidiyor. Bizim ülkede bu uygulamayı bir yap bak neler oluyor. Adamın önünde 100 şişe olsun bunları ben içmedim ki der, onu bırak ödeyecekse bile hani nerde indirimim der.

    Her ülkenin ata sporunu gördüm. Bu Korelilerinki sanırım golf ve beyzbol. Alan buldukları her yere golf atışı yapılabilecek, özel platformlar yerleştirmişler. Televizyonları açıyorsunuz bir çok kanalda golf müsabakaları. Beyzbol da aynı şekilde. En işlek caddelerden birine poligon bile yapmışlar. Ben girdim denedim, ilk 8 vuruşun hepsini kaçırdım. Makine o kadar hızlı atıyor ki topu yakalayabilmem için zamana ihtiyacım vardı. Ama bu sekiz atış boyunca topun tahmini hangi açıdan geldiğini ve nasıl vuracağımı hesapladım. İkinci defa jetonu atım. Eveeett ilk 5 atış karşı filelerde, son 3 atışta karşıdaki hedef tahtasına isabet! Arkadan gelen alkışlar da bana. : ) Gene de pedallamayı tercih ederim.

    Tesadüf eseri elçilikte Evren Hüsrevoğlu ile tanıştık. Kendisi Kore'de yaşıyor, ingilizce öğretmeni ve dershane işletiyor. Evet evet. Kore'de de aynı durum var. Öğrenciler bir üst sınıfa veya daha iyi bir koleje geçebilmek için veya üniversiteyi kazanmak için dershanelere gitmek zorunda. Gelişmişliğin bir özelliği. : ) Bakın işte bu konuda bizim elimize su dökemezler diyorum. Oh be en azından kıyaslayabileceğim bir şey buldum hahaha.. Şaka şaka bu konuda da inanın bizlerden çok iyiler. Her öğrenci bir enstrüman çalmayı biliyor, birkaç dil birden öğreniyor, hatta şu detayı da eklemek isterim: Bizde nasıl "her Türk asker doğar" diyoruz bunlar da da öyle. Her Koreli asker doğar. En kısa süre 2 sene. Hepsi yapmak zorunda, 2 sene sonunda askerden çıkan her erkek siyah kuşak tekvandocu. Evren ile Seul Tower'a gittik, sonra da Hyatt Otelin muhteşem manzaralı restorantında bir şeyler içtik, Seul ve Kore hakkında konuştuk. Sonrasında da abisi ile tanışmaya gittik. Halil Hüsrevoğlu.

    Halil Abi de beni Seul'un en hareketli gece kluplerinden birine götürdü. : ))) Aha dedim dönmesem mi yahuuuuuuuuuuuuu o neee ?? Abi ne yaptın sen oldu mu şimdi bu ? Arkadaşlar Koreli kadınlar çok güzeller. Erkekler hakkında diyecek pek birşey yok, aynılar işte hahaha. Ama yabancısın ya hemen git tanış kadınlarla, durduğun hata. Çünkü şöyle bir durum var zaten tanışmakta istiyorlar, sohbet etmekten inanılmaz da keyif alıyorlar. Aaa Halil Abi Absolute açtırmış, tanıştığım kızlara da ikram ediyor. Nokta! : )

    Neticede Seul adamı her anlamda büyüler, kopup gidemezsiniz şehirden. Çünkü bu şehir insanlar için yapılmış ve onlar için yaşıyor.

    Seul'dan kuzeye doğru pedallamaya başladım. Şehirden çıkmam 65 km sonra gerçekleşti. Hayır çıktım dediysem de öyle tam anlamı ile çıkamadım. Ufak kasabalar halinde kuzeye doğru devam ediyor şehir. Baktım kamp atacak alan bulamayacağım, girdim bir ara yola. Yol dağlara bayırlara gidiyordu. Tırmanış kaçınılmaz. Hep bir tırmanış gördüm mü aklıma hemen Tacikistan Pamir geliyor. Yürü be koçum 4650 tırmanmışsın sen koyar mı bu rampalar, diyip her rampayı çok rahat çıkıyorum. Bu arada yanda kurumakta olan bir nehir fark ediyorum. Hah be güzel, ocakta kaynatacağım su da buldum. Kamp yeri için de müsait. Hemen atıyorum kampımı. Yemeğimi yapıyorum sonra da çadırımın içine girip o gün çektiğim fotoğrafları bilgisayara atıyorum, oradan da yedek diske. 78 km yapsam da şehir trafiği ve rampalar beni yoruyor. Uykuya dalıyorum. Gecenin bir yarısı arka arkaya bir top atışı başlıyor. İlk bir sese zıplıyorum hemen ne oluyor diye. Zaten benim kulaklar artık inanılmaz hassas, uyurken en ufak sese bile duyarlı durumdalar. : ) Aha top atışı, arkasından silahlı çatışma çıkıyor, saate bakıyorum 22:00. Hum galiba bu kardeşler savaşa başladı. Hah bir bu eksikti bu yolculukta dedim. Şimdi çadırı toplayıp gitsem uzun iş. Ben turistim. Ya dokunmazlar ya öldürürler yapacak bir şey yok yat uyu. Zaten dışarısı -12 derece olmuş tulumun içi sıcacık. Mermilerinden biri buraya düşmese hani iyi olur diyorum. Sabah ikiye kadar ne top atışı sustu ne makinalı tüfek sesi. Bir ara yeter ulan şurada uyumaya çalışıyoruz, kardeş kardeşi vurur mu öpüşün barışın, demek için gitmeyi düşündüm. Sonrasında uyumuşum zaten.

    Sabah pılımı pırtımı topladım, yol almaya bir başladım. Tam 500 metre sonra sağlı sollu askeri birlik başladı. Sen de 25, ben diyeyim 50 kocaman top. İstikamet kuzey Kore. Yolun aşağısından bir ses geliyor. Sesi bırak asfalt titriyor, bisiklet titriyor. Askeri birliğin kapısının önünde duruyorum, acaba ne gelecek diye merakla bekliyorum. Namlu gözüktü, tanklar da çıktı piyasaya! Ulan harbiden savaş başlamış diyorum. 62 tane tank geçiyor, kaç tane asker taşıyan kamyon geçiyor ve kaç asker onları saymıyorum artık. Kapıdaki askere doğru ilerliyorum. Ben yaklaşırken "Türk" diyip hazır ola geçip selam veriyor. Vay ulan diyorum. Ben de askeri selam veriyorum. Yahu savaş mı çıktı ne oldu diyorum. Yok diyor tatbikat yapıyoruz. Hahaha ulan tatbikatın ortasına girmişim! İnsan bir askeri levha bir şey koyar; hani araç giremez, sivil giremez diye. 2 gün boyunca askeri birliklerin, askeri araçların arasında pedallıyorum. Bu alanda sakın ama sakın fotoğraf çekmeyin. Ne aileniz ne de sevdikleriniz bir daha sizi görebilirler. Her önünüze gelen araziye de dalmayın, bazı yerlerde mayın levhalarını görüyorsunuz, bazılarında yok. Kuzey Korelilere buralarda mayın var diyen levhalar bırakmak istemezler. : ) Ben de o kadar asya macerasından sonra burası sakin geçer diyordum. Gene çok heyecanlı başladı.

    Can Abi'nin dediği gibi DMZ yani ‘Demilitarized Zone’ Silahsızlandırılmış alandaki tünellere 10 km falan kalmıştı bir askeri kontrol noktasına daha geldim. Bunlar da beni görünce selam verdi. Hemen hemen tüm birlikler bisikletimin arkasındaki Türk bayrağını görünce selam verdiler. Kapıdaki güvenlik görevlisi o bölgeden geçemeyeceğimi söyledi. Sebep? Bisikletli olmam.. : ) 30km arkada kalan kasabaya geri dönmemi ve oradan bir tur otobüsü ile bu alana girmem gerektiği söylendi. Eh ben geldiğim yolu geri gitmeyi sevmeyen biri olarak doğuya doğru yöneldim. Bu arada yolun sağı solu mayınlı, işaretler var. Kafana göre arazide de gezemezsin..

    Güney Kore'nin bu kuzey kısmında her ne kadar yol asfalt olsa da ben çok yavaş yol alıyorum. Sebebi ise doğa. Arkadaşlar doğanın hiç görmediğim renklerini ilk defa ben bu ülkede gördüm. Kahvenin, kızılın, yeşilin kaç tonunu gördüm. Her seferinde minik patikalar bulup o manzarayı tepeden çekmek istedim ama her zirveye vardığımda bir askeri kampa geldim. Ne fotoğraf makinasını cebimden çıkartabildim ne de herhangi bir talepte bulundum. Zaten hemen geri dönmemi istediler.


    Yolun tamamı ağaçlarla örtülmüş, benim hızım da 10 km falan. Uzun ince bir yoldayım'ı söyleye söyleye pedalladım bu güzel ormanlık alanda. Sağda solda tek tük gördüğüm şişeleri ve atıkları da arkamdaki boş poşete koyarak şehirde hepsini geri dönüşüm kutularına attım. Ve hala bu alanlar içinde pedallamaya devam ediyorum. Önümüzdeki günlerde Kore'nin en yüksek noktasına tırmanış yapacağım. : ) Kar düşmüş dağlara, mazarayı kaçırmayalım.

    Ah aklıma geldi şunu da anlatmadan geçmeyeyim. Bir gün hava karardı iyicene, ben de kamp atacak alan bulamadım, polislere gittim yardım istedim. Onlar da bana eskort eşliğinde bir alan gösterdiler. Nehrin kenarında. Yazlık bır mekanmış, kullanılmıyormuş, hemen yanında da kapalı bir büfe var. Neyse detayları geçiyorum sabah bir pancar motor sesi ile uyandım. Tuvaletimde gelmiş, altıma kaçırmak üzereyim. Tulum o kadar iyi ki altımda sadece slip don var, üstümde de atlet. Dışarı çıkayım, hemen işeyip sonra geri gelirim dedim. Fermuarı açtım, giydim botları, dışarı çıktım, önce bir bisiklete baktım ah sonra da çadırın arkasındaki öğrencilere! : ) Onların suratında bir tebessüm, benimkinde de. Çadıra geri dönüp giyindim. Ulan hani kullanılmıyordu bu alan? Motorun sesinden hiç onların sesini duymamıştım.

    Gezi ile ilgili çok fazla detay var. Güzel deneyimler de var fakat burada kesiyorum. Önümde daha uzun bir yol var.

    Sizlere son olarak iki Türk gezginden bahsetmek istiyorum. Özcan Bostancı ve İsmail Özger. Bu iki genç arkadaşın sitelerini bloglar arasında gezinirken fark ettim. Onlar da sırt çantalarını ile Asya seyahatine çıkmışlar. Hemen iletişime geçiyorum. "Biz burdayız abi" "Bende şu tarihlerde oralardayım" falan filan muhabbetlerinden sonraaaaaaaaa Seul'da büyük buluşmayı gerçekleştirdik. : ) Bunun hikayesi de kitaba..

    http://www.baskaturlubirsey.com Buyrun bu da onların sitesi..

    Herkese sevgiler saygılar.

    Ha bu arada Güney Kore'ye nasıl gidilir? 1 sene geçerlilik süresi olan normal bir pasaport ve uçak bileti! Başka hiç bir şeye ihtiyacınız yok. Türk vatandaşları vizeye tabi değiller. 90 gün bu ülkede kalabilirler. Kesinlikle imkanınız varsa bu ülkeye gelin ve görün.
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 19:39 20 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: DMZ, Güney Kore, Çekik göz

  9. #19
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..


    27 Ekim 2010 Çarşamba
    Moğolistan'dan Kore'ye geçerken




    Moğolistandan çıktık fakat yazmadığım dikkat ettiğim birkaç nokta daha mevcuttu. Onları da eklemeden Kore macerasına başlamayalım.

    Ulan-batur a vardığım ilk günlerde oturdum Moğolistan’ın kuzey rotasını çıkardım. Ardından da Rusya nın rotasını çıkardım. Nerelere gidilecek, şehirler arası kaç km var falan filan detaylı çalışmıştım. Rusya vize vermeyince tüm bu çalışma Arşive geçti. Bu sefer oturdum Moğolistan ın doğusunu ve çin’in kuzey doğusunun rotasını çıkardım. Burayı pedallamak için yeni bir moğolistan vizesine ihtiyacım vardı. Hemen şehrin dışında ki yabancı şubeye gittim.

    Herkes aşağıda numarasını alıp sıraya girmiş durumdaydı. Bende numaramı aldım. Sıra bana geldiğinde de gişedeki bayanın yanına gittim. Türkiye den geldiğimi, bisikletle seyahat ettiğimi söyledim. Moğolistan’ın doğusuna pedallamak için 1 aylık vize istedim. Pasaporta baktı bana baktı, pasaporta bir daha baktı benimle gelin dedi. Yahu gene ne var arkadaşım ya içimden kesin bir şey olacak dedim.

    Yukarı müdürün odasına çıktık. Buyrun oturun dendi. Kızada git pasaportun fotokopisini çek dedi. Alla alla. Nedir durum? Bu arada Moğolca konuştular hiç bir şey anlamadım. Gürkan bey gitmek istediğiniz güzergah da hastalık çıktı. Karantina bölgesi orası gidemezsiniz. Ayrıca geçmek istediğiniz sınırı da sadece Moğollar ve Çinliler kullanıyor dedi. Bunu da ilk defa duyuyorum. Kimse bana böyle bir bilgi vermemişti. Kitaplarda da yazmıyordu. Fakat zorlamaya gerek yok. O bölgeden geçemeyeceğiz anlaşıldı

    10 günüm kalmıştı gobi çölünü bir daha geçmem için 5 güne daha ihtiyaç var. O halde bana 1 aylık vize verin bende gobi çölünü bir daha geçip çin e gideyim. Gürkan bey 10 gün süreniz var trene atlayın geçin. Yahu kardeşim bisikletle geldik dedik ya geçemem diyorum. Yok illa trene bineceksin diyor. 5 gün verin dedim hayır dedi. Elçiliğimden nota getirim size hani resmi bir yazı olsun. Burası Türkiye değil Gürkan bey dedi. 5 günlük vize için adama yalvaran ben, bu adam benim ülkeme vizesiz girsin işte. Oh valla ne güzel ha

    Şu durumda kesinlikle bir ulaşım aracı kullanılacak. Trenle çin e döneceğime uçağa atlayıp Güney Kore ye gitmek daha mantıklı geldi. O gün içinde hemen biletimi aldım olaya noktayı koydum. Rota güney Kore

    Moğolistan ve çin için yaptığım rota araştırması da arşive geçti.Kanadalı bisikletli gezgin Nathan'ın dediği gibi! Gideceğin yönü bil yeter. Nathan sadece gideceği yönü biliyor ve haritadaki şehirlere bakıyor . Şehir içinde gezmeyi dolanmayı falan o şehre vardığında yapıyor. Neden çünkü planlar her zaman değişebilir.

    Bu sefer bende öyle yaptım Kore için hiçbir güzergah veya plan yok. Önce kuzeye sonra doğuya ve güneye gideceğim bütün planım bu .

    Moğolistan da ki son günümde Türkiye den de heyet geldi. Bu heyetin başında Başbakan yardımcı Bülent Arınç vardı. Türk okulunda ki programa okul müdürü tarafından bende davet edildim. Programın saati değiştiğinden benimde haberim olmadığından ancak yemeğe yetişe bildim. Tabi bende protokol adabı yok. İçeri girdim tanıdığım kişilere selam verip hal hatır soruyorum. Elçimiz Asım bey in bana seslendiğini duyunca kafayı o tarafa çevirdim. Başbakan yardımcımız Bülent Arınç ı gördüm. En sona o kalmıştı. Hemen tanıştık merhabalaştık. Tebrik etti yolun açık olsun dedi. Noktayı koydu. bende yemeğe geçtim.

    Sonra heyetle beraber Yazıtlara gittik. Hava -14 derece öyle bir rüzgar esiyor ki açıkta bir yeriniz varsa soğuk orayı yakıyor. 70 km yol gittikten sonra Yazıtlara vardık. Fakat dışarıda yürümek yürek ister buz kesmiş durumda ortalık. Koca arazide iki tane Beyaz dikili taş üzerinde anlamadığım motifler. Başkada bir şey yok. Ama gidip o taşlara dokunma bile çok güzel bir duyguydu. Türk kelimesi ilk burada geçmiş.

    Yan taraftada kocaman bir depo. Oraya da gittik. İçinde iki tane daha taş duruyor. Bülent Arınç da Tika yetkilisine sordu. ‘Bu kocaman depoyu bu iki taş için mi yaptınız?’ Cevap ‘‘Efendim ben yeni atandım bu bölgeye bilmiyorum.’’

    Sonrasında araçlara binildi ve Cengiz Han ın ilk kılıcını kuşandığı yere gittik. Moğollar bu noktaya yaklaşık 15 metre yükseklikte demirden bir at yapıp üstünnede Cengiz hanı oturtmuşlar. Muazzam bir şey olmuş

    Bu geziler sonrasında da otelime geri dönüp hazırlıklarımı yaptım. Sabah erkenden elçiliğe uğradım belki Asım bey ve Gizem hanımı da yakalarım diye fakat onlar ben varmadan elçilikten ayrılmışlardı. Nurullah Bey vedalaştıktan sonra Asım beyin oğlu Ufuk ve Guzin hanımla beraber bahçeye çıkıp fotoğraf çektirdik ve sonrasında da demir atımıla havalimanına doğru pedalladım.

    Uçağa binerken tabi ki bisikleti o şekilde kabul etmediler. Gidonu, pedalları, ön tekeri yerinden çıkartıp bana verdikleri kolilerle bir güzel sarıp sarmalayıp bantladım. Bu şekilde kabul oldu 100 dolar a yakın bir parayı da yük fazlası olarak verdim. Pasaport işlemlerinden geçtikten sonradaiçerde bir kafeye oturdum. Vay be ne kadar sorunsuz geçtim. Bu arada elmalı kek söylemiştim onu yiyorum. İki tane delikanlı geldi. Mr Gürkan? Buyrun benim. ‘bizimle aşağı gelir misiniz?’ Sormadım bile ne oldu diye çünkü belliydi bir şey çıkacağı çok rahat geçmiştim.'Bir dakika şu son dilimide yiyip geliyorum'. Normal sınır kapılarından bu kadar rahat geçmiyordum. Kilitli kapılar açıldı aşağılara indik bir odaya girdik. Benim çantalardan biri masanın üstünde duruyor. İki tanede ajan amca. 'Çantanızı açar mısınız lütfen' dediler. Ulan biri uyuşturucu madde koydu da ben mi görmedim diyede aklımdan geçiriyorum. Çantam tamamı ile boşaltıldı. Şu benim benzin ocağı açıldı bakıldı incelendi sonra x-ray cihazındaki kıza moğolca birkaç küfür edildi. Benden özür dilendikten sonra yukarı çıkartıldım .

    Neyse bu serüven boyunca da zaman geçti uçağın kalkış saati geldi. Uçağa binmeden ilk merak ettiğim şey acaba hostesler güzel mi?. Erkek psikolojisi yapacak bir şey yok. Uçağa adımımı attım hah evet güzellermiş. Şimdi uça biliriz.

    3 saatlik bir yolculuktan sonra güney kore ye iniyorum. Bu arada camdan dışarıda bakmıyorum pasifik okyanusunu ilk bisikletimle görmek istediğimden. Uçak inişe geçerken bir hava boşluğuna giriyor . Uçakla çok seyahat etmişimdir hiç böyle bir hava boşluğuna daha önce girmemiştim. Aha dedim uçak ters döndü nerdeyse . Yandaki teyzem budhaya bizi korusun diye başladı birşeyler mırıldanmaya. Herkes panik halinde. Kaptanın ses megafondan geldi. Her şey yolunda telaşlanmaya gerek yok diye. Eğer o uçak düşeydi pilotun öbür tarafta benden çekeceği vardı. Sağ salim piste inmeyi başardık. Bu alkış olayı burada da var. Evrensel birşeymiş. Bende sadece bizim ülkemizde yapılıyor sanıyordum. Uçak indi hadi alkışlayalım.

    Seul havalimanı iki Atatürk Havalimanı kadar var. Valizleri almak için Havalimanının altındaki metroya bindik. O kadarını anlatayım gerisini hayal edin. Metroya binmeme rağmen valizlerin bölümüne ulaşmak vakit aldı. Teker teker valizler geliyor. Benim bu çantalardan birinde sarı bir bant üstünde sarı kocaman bir kilit. Ayrıca bisiklet de ortada yok. Bütün valizler geliyor herkes pılını pırtını topluyor gidiyor bir ben kalıyorum. Görevlilere gidip bisikletimi soruyorum. Kimse ilgilenmiyor , kibar kibar yardımcı olmalarını istiyorum . Biri öbür tarafa yolluyor diğeri başka yere . Baktım olacak gibi değil. Ses tonumu yükseltince bisiklet hemen birileri tarafından kargo bölümünden geliyor.

    Şimdi şu sarı kilit neymiş onu öğrenelim. Gümrük bölümüne gidiyorum çantam açılıyor içindekileri boşaltmam söyleniyor. Teker teker bütün parçalara bakıyorlar. Bıçağı görüyor adam.OHHH NO NO NO!!. Niye no! bıçak bende gezginim bıçaksız gezgin mi olur?. Bu bıçağı sokamazsın keskin bıçak adam öldürebilirsin demez mi?. AA manyağa bak bıçak dediğin keskin olur zaten. Ben bunla et kesiyorum, meyve kesiyorum, bu bana lazım diyorum . Adam alıyor onu paket içine koyuyor. Dur arkadaş hani siz bunu başka bir yabancıya yapsanız anlarım ben Türküm sizin kardeş dediğiniz milletten. Neden sizin ülkenizde birini öldüreyim ki bu nasıl bir düşünce? Yukarda şube var. 300 dolar öde bıçağını geri al diyor. Nasıl yani? Şimdi ben şehirde bir dükkana gidip bıçak alamayacak mıyım? Alabilirsiniz cevabını da veriyor. Eh güzel kardeşim madem öyle verin bıçağımı bana niye masraf çıkartıyorsunuz ki ? Sırada bekleyenler var lütfen bıçağı alacaksanız yukarı çıkın diyor bende arkasından Türkçe al o bıçağı………… demek zorunda kalıyorum. 150 dolarlık bıçak için 300 dolar istiyorlar üstüne de bu parayı ödemeyin gidin dışarıda yeni bıçak alın diyorlar. Buna küfür edilir. Harbiden çok üzülüyorum bu duruma. Bunca zamandır taşıdığım malzemelerden biri kaybolunca dert oluyor. adamlar buna el koydu

    Havalimanı Seul şehrinden 80 km kadar dışarıda. Bu tantanalar sırasında hava karardı. Eh bisiklet paket halinde yanımda ne yiyecek var ne su ne de başka bir şey. Bir tane taksiye atlayıp şehir içinde daha önceden adresini aldığım bir hostele gidiyorum. Yol boyuncada vay bee şehre bak diyip duruyorum. Seul cidden çok güzel bir şehir. Akşam ayrı bir güzel gündüz ayrı bir güzel. Bundan sonraki yazda Kore ile ilgili daha çok detay vereceğim. 3 gün sonra Seul dan ayrılıp Kore içinde pedallamaya başlıyorum

    Herkese sevgiler saygılar
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 04:03 12 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
    Etiketler: moğol çadırı, Yurt
    20 Ekim 2010 Çarşamba
    Ulan -Batur Moğolistan


    Bir tarihte National Geographic'de seyrettiğim belgeselde karadenizde kazılar sonucunda bir mezarlık bulunuyordu. Bu mezarlıktaki kadın cesetten dna örneklerini alınıyor, 1 senelik araştırma sonucunda da dna'ya %98 uyumluluk gösteren kan Moğolistan'da bulunuyordu. İlk yazılarımızda burada. Türk - Moğol diyebilirim.

    Biz bu göçler sırasında biraz değişime uğramışız, kimin kime karıştığı ne olduğu belli değil artık..

    Atalarımın çekik gözleri ve atları ile göç ettiği toprakları, ben badem gözle ve demir atımla geri döndüm.

    Bisikletin pedalanını çevirip o uçsuuzzzzzzz bucaaaaakksızzz alana baktığımda, atalarımın at koşturduğu topraklarda bisikletimi sürdüğüme inanamıyordum. İçimde de garip bir heyecan vardı.. Ulan acaba seyrediyorlar mı? Torunları geldi ama hani mavi göz biraz da sarışın olmuş, gözler de çekikliğini kaybetmiş; tanıyabildiler mi acaba? Bak sıkıntı düştü şimdi içime.

    Moğollar benim Türk olduğumu öğrendiğinde bazıları "TÜRCOO!!!" diye bağırıyor. Hayırdır??? İspanyollar ne zaman geçti buradan.. Bazıları Türko diyor bazıları da TURRK (dudakları öpücük verir gibi yapın, dili arkadan yuvarlayarak Türk diyin bu şekilde söylüyorlar). Hee yaa Türk. Vay benim kan kardeşim, gel öpeyim gibi muhabbetler olmadı ama tokalaşmalar tam Türk usulü. Tutarsın adamın elini, o senin gücünü sen onun gücünü hissedersin.

    Bir sıkıntı da benim Türk'e benzememem konusunda. Bir İtalyandır gidiyoruz. Yolda kiloları verince tabi filinta gibi oluyorsun. Söylemeden edemeyeceğim. İzmir Selçuk, Efes Antik tiyatrosunda Roma heykelleri var ya pürüzsüz. Hah ondan işte. Siz de bisiklete binin inanın aynısı olacak. Süreklilik şart tabi. İki binip kıçım başım ağrıdı demeyin.

    Moğollar bizim gibiler. Biz nasıl Türk'üm dediğimizde ayaklar yere sağlam basar, o kelimenin gücünü hissettiririz ya; aynı şekilde bunlar da öyle. Moğol'um dediklerinde bizler gibiler. Güreş müsabakalarını seyrettim Tv'de, biraz farklı giyinseler de benzerlik mevcut; ayı gibi maşallah hepsi. Yenilen pehlivan diğerinin koltuk altından geçip saygı gösteriyor, böyle de bir adet var. Güç kuvvet bizdeki ile aynı.

    Ulan -Batur içinde her şeyi bulabilirsiniz. Hani şu yok bu yok diyemeyeceğiniz şehirlerden biri. Fakat İstanbul, Ankara da beklemeyelim. İnternet hızlı, Avrupa yemeklerinin hemen hepsi var. Moğol yemeklerinin tatları güzel. Hele etin tadı bence süper. Tek sıkıntı bu etin nasıl terbiye edileceğini bilmemeleri.

    Rusya'nın egemenliğinde uzun süre kalmış toplumlardaki alkole düşkünlük burada da var. Sabah saat 10'dan sonra sokaklarda sarhoş erkekler veya kadınlar görmeniz mümkün. Bir çok seyahat kitabında yazar -hatta buradaki insanlar da uyardılar; geceleri tek başınıza gezmemeye özen gösterin, hem sarhoşlar çok hem de hırsızlar. Tabi ki ben kimseyi dinlemeyip ana caddelerinden arka sokaklara kadar geceleri gezdim dolandım.

    Sarhoş sayısı cidden fazla. Ya alkol alabilmek için para istemeye gelirler veya da direkt para derler. Türkçe küfür edip tavrınızı belli ederseniz kaçıyorlar. Fakat sarhoşları uzaktan gördünüz mü mesafe koymakta fayda var.

    Hayat kadınları sizden en ufacık bir bakış bekler, sonrasında hemen yanınızdalar. Yol boyunca size eşlik edip muhabbet edebilirler, otel kapısına geldiğinizde yürüyüş ve sohbet için teşekkür edip ayrılabilirsiniz.

    Şehirdeki üniversite öğrencilerinin neredeyse tamamı çat pat da olsa ingilizce konuşabiliyorlar. Moğol gençliğinin bizim ülkedeki gençlerden pek bir farkı yok. Aynı tarzda giyinmeyi, aynı müzikleri dinlemeyi seviyorlar. Moğol erkeklerinde ve kadınlarında dikkatimi çeken iri ve kemikli olmaları. Fakat Moğol kadınlarının da güzel olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Şu makyaj olayına girmeseler daha güzel olacaklar. Sürmesini bilmiyorlar mıdır nedir ?

    Elçilikte görevli olan Ticari Ateşemiz Adnan Hüsrevoğlu ile birkaç defa buluşup yemek yedik. Adnan abi bana bu ülke hakkında hem ticari hem de sosyal açıdan bir çok bilgi verdi. Uzun ve keyifli sohbetler yaptık. Kendisi benimle tanıştıktan ve sohbet ettikten sonra bisiklete tekrar binmeye karar verdi. Şehri terk etmeden bu konuda yardımcı olacağım, beraber gidip bisiklet alacağız. Bu tür olaylara vesile olmak çok hoşuma gidiyor. Bloğumu okuyup bisiklete binmeye tekrar başlayan kişi sayısı sanırım 100'ü geçti. Abarttığım bir sayı değil cidden, çünkü elektronik posta ile gelen mesaj sayısı da cidden fazla. Çin elçiliğimizde de bisikletle işe gidip gelmeler başlamış

    Moğolistan'ın kırsal bölgesinde insanların soğuktan korunmak için özel olarak giydikleri kıyafet Ulan - Batur'da böyle daha allı pullu bir hale gelmiş. Bizim sünnet kıyafetleri gibi yanar dönerli ama beyaz rengi yok. Çoğunlukla mavi ve yeşil rengini gördüm. Yolum boyunca geleneksel kıyafetlerine bağlı, onu günlük yaşamında sık sık kullanan iki ülke gördüm. Moğolistan ve Türkmenistan.

    Ülkedeki dini inanışı Budizim. Çin'deki gibi her köşe başında tapınak bulmanız imkansız. Hayır keşke olsa en azından bu soğukta tuvalet yapacak, soğuktan korunacak bir yer bulabilirdim arazide. Bizim Gök Tanrı döneminden de şamanlar kalmış. Hala şamanlar mevcut şehirde. Fakat bunlar da bizim üfürükçülere dönmüş. Bir okuyup üfledi mi, gökten ruhları çağırdı mı ağzın burnun yamuluyormuş. Sevdiğin kadın başka bir adamla mı evlendi, hemen şamana gidiyorsun 1 öküz karşılığında 300 dolar falan, herif bir büyü yapıyormuş, hatun adamı terk edip sana geliyormuş. Nerdeyse her yazımda diyorum. Bu para var ya bu para! Hay ben icat edenin......

    Demir ve Mine Yener ailesi ile tanıştım. Demir abi 25 yaşlarında, Mine abla 20. Bazı insanların enerjileri çok güçlüdür. Onların yanında durmak size güç verir. Bu iki insanın hayata bakış açıları ve sohbeti bana bir şeyler kattı bunu hissettim. Mine abla tam bir sporcu Gobi'de maratona katılmış (hangimiz daha çılgın karar veremedim), Demir abi tam bir motor tutkunu. Eskiden çocuklarına motoru yasaklarmış, şimdi çocukları ona yasaklıyormuş. Ofisine gittiğimde beni büyük bir heyecanla oradaki iş arkadaşlarına tanıştırdı. İŞTE TÜRKİYEDEN BİSİKLETİ İLE 8000 KM YAPIP MOĞOLİSTANA GELEN TÜRK! Sonrasında benle öyle güzel konuştu ki gözlerimiz doldu. Sustuğunda da gözlerime baktı anladım ne demek istediğini. Konuşmasına gerek yoktu.

    8000 km sonra ilk defa bir Türk gezginle tanıştım. Sabah bisiklet turundan döndüm otele girdim. Kanepede oturan adamlardan biri selam nasılsın dedi. Selam verip nereli olduğunu sorunca "Ben Kanadalıyım, arkadaşım da Türk." cevabı geldi. Aha Türk! Adamın suratındaki ifadeyi görmeniz lazımdı.
    "Arkadaşım sen ne işsin, bisiklet falan Türk bayrağı?" "Bisikletimle Türkiye'den geldim." diyince karşıdan gelen ilk tepki "Hasiktir len" oldu. Neyse Türkiye'den geldiğime inandıktan sonra kaç defa öptü ve tebrik etti hatırlamıyorum. Arkadaşı da otelde tanıştığı Shangia Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Pervaiz Iqbal. Sonraki günlerde kendisi internette benim projemi okumuş ve Shangia Üniversitesi'ne öğrencileri ile konuşmam için davette bulundu. Ben de bu daveti kabul ettim. Güzel olacak di mi bossa?

    Erdinç abi ile yaptığımız sohbetlerse inanılmazdı. Bana Türkiye ile ilgili bazı gerçekleri kendi ailesinden örnekler vererek anlattı, inanlır gibi değildi. İki gezgin bir araya gelince daha çok ne konuşulur? Nereler gezildi neler yapıldı.. Erdinç abi uçak ve trenle hemen hemen bütün ülkelere gitmiş. Hani adama anlat dedim. Bir başladı 1 saat sonra, "Abi dur ben de iki üç yer söyleyeyim sana." dedim, haa biliyorum gittim falan oldu. Hani yabancılara laf atardım, normal gezgini beni bulmaz diye, aha bu da Türk'ü.

    Ulan Batur'un arka sokaklarından pazar alanlarına kadar her yeri gezdim gördüm. Kısacası Moğolistan ve Ulan - Batur gezip görülecek bir yer, ben beğendim.

    Cuma günü teker döner demiştim dönemiyor. Çin vizesini aldım. Moğolistan ın doğusundan çin e geçmeyi planlıyordum fakat o bölge 3 gün önce karantina altına aldındı bir salgın hastalıktan ötürü. Hani ben oradaykende alınabilirdi şans işte. Böylelikle Moğolistandan çıkış noktam geldiğim yön kaldı. Fakat bu kadar zaman kaybından ötürü geldiğim rotayıda pedallayacak gün sayım kalmadı ve Moğolistan yabancı şube bölümü bana 10 gün daha süre vermek istemedi. Bu detayları burada anlatmıyorum sanırım herkes anlıyordur. Bunları çok güzel anlatacağım.

    Ya tren e binecektim çin e geçecektim ya da uçağa. Eh madem bir ulaşım aracına binilecek. O halde rotamız Güney kore olsunda orayıda aradan çıkartalım di mi
    Pazartesi günü tekerlek dönmüyor kara parçasından havalınıyor. Pazartesi akşamı Güney kore den yazarım artık
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 11:07 9 yorum

  10. #20
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: Doğa İçin Pedalla Turkiyeden Japonyaya bisiklette gelen Gurkani sizde taniyin..

    16 Ekim 2010 Cumartesi
    Rusya vize vermedi. Rota Doğu Moğolistan ve Çin

    (cengizhan)


    Yaklaşık 20 gündür Ulan- Batur dayım. Niye o kadar kaldın derseniz Rusya için vize bekledim. Önce 3. Katibimiz Gizem Hançerli'nin, sonrasında da Sayın Elçimiz Asım Arar’ın Notasi, havaların soğuk olması bahane edilerek kabul görmedi. Gizem Hanım'a ve Elçimiz Asım Arar'a teşekkür ederim çünkü bayağı uğraşıldı. Notaya vize verilmemesinin değerlendirmesini sizlere bırakıyorum.

    Geçeceğim bu bölgenin -50 derecelerde olması ve yer yer karla kaplı olması ölümcül bir yolculuk olarak nitelendirildi. Bakın şimdi…..

    Ben bu rotayı çizip birkaç kişiye gösterdiğimde "Gürkan seni öldürürler bu yolda." dediler.

    Gürcistan’da ya bıçaklanırsın ya da kurşunu sıkarlar, soyarlar seni,

    Azerbaycan'da kesin soyarlar oralara gitme, Türkleri sevmiyorlar,

    Türkmenistan ile Türkiye'nin arası iyi değil, arkadaki Türk bayrağını çıkar. En tehlikeli bölgeye gidiyorsun. Ayrıca çölde hava 50 derecenin üstünde Kara-gum çölünü araçla geç istersen!!!

    Özbekistan'dan Türkleri kovaladılar, Türk okulu hiç yok orada (niye acaba ) Özbekistan’a girmesen olmaz mı?

    Tacikistan'a Pamir tırmanılır mı kafayı mı yedin? Len bir tarafına en ufak bir şey olsa seni kim gelip alacak? O dağ başında tek başına nasıl hayatta kalacaksın Gürkan, yapma!!!

    Kırgızistan da savaş var sakın girme o ülkeye, soyarlar abi ölüme gidiyorsun delirdin mi sen?

    Gürkan Çin'e girmeden o bayrağı çıkart. Urumçi'de seni yaşatmazlar, Kaşghar'da da öyle gezme, oralar tehlikeli bölgeler. Abi sel var!! Trene atla devam et. O güzergahtaki trenlerden biri sele kapılmıştı..

    Gobi çölünü nasıl geçeceksin su yok, yemek yok . Öldür kendini daha iyi.

    Rusya'ya gitme, -50 derece kar var. Kurtlar, ayılar var, nasıl pedallayacaksın?

    Ayrıca başımdan geçen kötü olayların bir kısmını da burada sizlerle paylaştım.

    Abilerime, ablalarıma, arkadaşlarıma ve aileme teşekkür ederim. Biliyorum beni düşünüyorsunuz sağlıklı iyi olmamı istiyorsunuz ve bu yolculuğu bitirip yenilerine çıkmamı bekliyorsunuz veya "Çıkma bu yeter." diyorsunuz. Amacım bir şeyleri ıspatlamak değil yanlış anlaşılmasın. Önce kendim için yol alıyorum; ister arayışta diyin ister başka bir şey. Sonrasında projenin amaçları ve bu deneyimleri sizlerle paylaşmak için yol alıyorum. Önümüzdeki aylarda yeni sitede bu anıların hepsini, İspanyolcaya, Rusçaya ve İngilizceye çevirip yabancılarla da paylaşacağım.

    Sizler arkanıza yaslanın, keyifle yazıları okuyun veya seyredin ve beni güzel sözlerinizden mahrum bırakmayın. Haaa bu arada Moğolistan bozkırı Sibirya'dan daha soğuk, son yılların hava değerlerine bir bakın zamanınız olursa. Hahah.. Telaşlanmayın ben geçerim dediysem geçerim.

    Güzergah değişikliği şöyle olmuştur. Önce Moğolistan’ın başkenti Ulan- Batur'dan doğuya doğru pedallayıp Çin'in kuzey doğusuna çıkacağım, oradan da aşağı önce Pekin’e sonra da Shangai..

    Şimdi Shangai'ye neden gidiyorsun?
    Çünkü Shangai Üniversitesinden Prof. Pervaz Iqbal projenin amacını öğrenince özel olarak üniversiteye davet etti. Ayrıca yol deneyimlerimi de öğrencilerle paylaşmamı istedi. Benden çıkan ilk tepkide waww oldu. Sonra kem-küm ıııııııııııı şeyyyyy......

    "Asyanın en zorlu çoğrafyasını bisikletle geçtin. Sakın öğrencilerin karşısına çıkmaya korkuyorum deme!'' Hahahaha! Korkar mıyım uleeeen heyyyyttttttt. Tamam dedim. Çok çabuk gaza geldik... Hahaha.

    Hum kalabalık bir üniversite olsa gerek..
    Gönderen Gurkan Genc zaman: 22:11 12 yorum
    Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş

Benzer Konular

  1. doğa için.
    Konuyu Açan: seldaalp, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 8
    Son Mesaj: 01 Mayıs 2011, 20:52
  2. Doğa için Çal/ video
    Konuyu Açan: mavisboncuk, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 6
    Son Mesaj: 20 Kasım 2009, 23:20
  3. Doğa için çal-Divane Aşık Gibi
    Konuyu Açan: elem, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 11
    Son Mesaj: 05 Ekim 2009, 11:49
  4. Size gelen hediyeyi sizde baskasina götürürmüsünüz??
    Konuyu Açan: Nartaneleri, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 37
    Son Mesaj: 01 Haziran 2006, 09:08
  5. Cevap: 15
    Son Mesaj: 11 Nisan 2006, 08:21

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Dosya Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.