05 Mayıs 2010 Çarşamba
Gürcistan dan Azerbaycan sınırına giderken
Tiflis de bir kaç gün kaldım. Fakat yoğun yağmur altında şehri gezemedim.. bir kere şansımı denedim ama sonra odaya geri dönmüştüm. Bu arada Tiflis ekonomisi durmuş durumda. Ülkede para dönmüyor. Çavçavaye caddesinde bütün markalar var fakat inanır mısınız dükkanların bir çoğunda müşteri bile görmedim tezgahtarlar dükkan sahipleri kapı önünden ben geçerken göz göze geliyoruz hani içeri girse de bir şeyler alsa hiç değilse bir bakınsa der gibiler. Koca ülkede herkes bir kömür fabrikasından bahsediyor başkada bir şeyleri yokmuş. Neticede, Tiflis’in kargaşası, şöförleri, insanları beni şehirden soğuttu
Sabah erkenden kalktım bir heves dışarı baktım belki yağmur durmuştur diye maalesef aynı şekilde devam ediyordu . Durmak yok, yola devam. Hazırlanıp otel yetkilileri ile vedalaştıktan sonra yola çıktım.
Tiflis trafiği bizim şehrin trafiğine benziyor. Yağmurda, trafik kitlenmiş durumda. Birde bu ülkede şöyle bir durum var. Her yerde lastiği patlamış birileri var. Yollar delik deşik. Yoldaki çukurlar çamurlar beni yağan yağmurdan daha fazla ıslatıyordu. Birde şöförlerin çoğu bol bol sövdüm.Ulan görüyorsun benim yan şeritte gittiğimi yanımdan yavaş geçsen ölürmüsün. Hiç abartmıyorum tam 3 defa baştan aşağı çamurlu su ile yıkandım. Benim ıslandığımı gören arkadaki şöförler zoraki yavaşlıyordu . Şehir içinde çıkana kadar üstüm başım hem yağmur hem çamur içindeydi.
Rustavi ye doğru yönelirken şehrin bu kesmini görmediğim için göze hoş gelen yerlerini de yağmura rağmen çekmeye çalıştım.
Olabildiğince hızlı pedallamaya başladım . Yavaş yavaş trafik azaldı yeşillikler ortaya çıktı. Bunlar çıkmasına çıktıda kardeşim nedir benim bu doğudan esen rüzgarla sürekli karşılaşmam hayır ben yönümü ne tarafa çevirsem rüzgar hep bana karşı esiyor. Nedir yani gitmemi istemiyor mu? Yol almamı diyor nediyor bana bu doğa? Bir kere ya, bir kere 1500 km boyunca bir kere arkamdan esmedi şu rüzgar. Yağmurdu, soğuktu güneşti umrum olmaz ama şu rüzgar karşıdan estimi deli ediyor beni.
Rustavi de durmadım, yanından geçtim. Su sınır kapısına ulaşmak istiyordum olmadı sağında solunda kamp atarım diye düşündüm. Sınıra 18 km e kalmıştıkı bır Türk tır parkı gördüm hemen girdim. Hava karardıkça yağmur rüzgar ve soğuk artmaya başlamıştı sıcak bir çay fena olmazdı. Çayla başlayan muhabbet yemekle devam etti. Vucut harareti kaybedincede üşümeye başladı. Biraz daha kalın kıyafetler giydim.
Tır parkının sahibi Arat ile iyi bir arkadaşlığımız oldu. Arat yandaki köyde yaşayan 23 yaşında evli genç bir çocuk.. 1 tanede çocuğu varmış. Bana Türkiye hakkında bir dolu soru sordu. Bende ona Gurcistan ve Azerbaycan hakkında. Dikkatimi çeken bir şeyde şu oldu. Gürcüler Azerileri sevmiyorlar. Hatta Gürcistan da ki Azerilerde Azerbaycan da ki Azerileri sevmiyorlar. Rüşvet ve kadın ticaretinin ne boyutlarda olduğunu anlattı. Kapıda ki vize işlemi uygulaması ise cabası. Muhabbet muhabbeti açıyor derken Arat yukarda fazla yatak olduğunu orda kalabileceğimi söyleyince bende orda kalıyorum. Akşamda bol bol muhabbet ediyoruz.
Sabah Hopalı bir tırcı adı Emrah. Hopa da ona Made in Emrah diyorlarmış oturup beraber kahvaltı yapıyoruz. Bisikletle seyahat ettiğimi öğrenince ilk başta deli gözü ile baktı sonra da hemşerisi olduğumu hele birde Gençaloğlu olduğumu öğrenince. ‘ Hah uşağım şimdi oldu sizin kanınızda vardır da manyaklık psikopatlık’ diyince gülüyorum. Bir yerlerden duymuş sülaleyi. Sabah sohbetinden sonra elimi cebime attırmadan hesabı ödeyip Hopa ya döndüğümde de benden bir kahvaltı sözü alıp Türkiye ye doğru yollanıyor. Bende Arat ile vedalaşıp yoluma devam ediyorum
Hava bugün parçalı bulutlu yer yer güneşi görebiliyorum sınıra da az bir şey kalmıştı. Yan tarafımda bir medrese ve cami görüyorum duruyorum. Türk bayrağı görününce kapı açılıyor. İçerdekilerle selamlaşıyorum . Bisikleti yıkayabileceğim bir yer olup olmadığını soruyorum hemen yardımcı oluyorlar. Üzerindeki çamur hem ağırlık yapıyordu hemde vitesler iyi değişmiyordu. Yıkama yağlama işlemi bittikten sonra fren tellerini ve arka aktarıcının telini de değiştirdim zamanı gelmişti. Sonrasında da çevremde toplanan öğrencilerle medresede oturup biraz muhabbet edip bir şeyler içtik.
Öğlene doğru yola çıktım. Sınıra gelmeden altıma bir şort geçirdim artık hava biraz ısınmıştı. Fakat ilerde yağmur bulutları gözüküyordu.
Gönderen Gurkan Genc zaman: 10:43 5 yorum
Bunu E-postayla Gönder BlogThis! Twitter'da Paylaş Facebook'ta Paylaş Google Buzz'da Paylaş
23 Nisan 2010 Cuma
Gürcistan
Ahiska'dan yola biraz geç çıktım. İzmir'den Serpil hanım bu yolculukta bana eşlik etmeye karar verince apar topar hazırlanıp, otobüse atlayıp bana ulaşmaya çalıştı. Ben de otelde 2 gün fazladan konakladım. Acele işe şeytan karışır derler ya maalesef Serpil Hanım'ın da başına gelmeyen kalmadı. Üstelik sınırı geçmesine rağmen kendisi ile karşılaşamadık. Artık Türkiye'deki bir turda beraber pedallarız.
Ahiska'da 20 Lari'ye konakladım. Türk Lirası ile aynı değerde bu Lari . Güzel bir oda, duşu, interneti, televizyonu var. Bunları yazıyorum çünkü bu ülkede kablosuz internet hatta, internet bulmak çok zor. Köyde iki gün dolandım hiç güzel yapı tarihi yer falan yoktu. Bomboş bir şehir Türkçe bilen yok, İngilizce bilen de yok . El kol hareketleri ile ve arada bir sözlerle nasıl oluyorsa birbirimizi anlıyoruz. İnsanlar çok iyi. Bir marketten su aldım para istemediler. İnternet cafede zaman geçirdim, gene para almadılar. Sohbet etmeye çalışan tipler. Gülen suratlarla dolu bir köy. Dikkatimi çeken bir başka şeyse kadınların hepsinin siyah kilotlu çorap giymesi oldu. Genç yaşlı fark etmiyor. Beyaz tenlerinden mi rahatsız oluyorlar, nedir anlamadım.
Ertesi gün otel yetkilileri ile vedalaşıp yola çıktım. Biliyorum ki onlar polise haber verecekler, polis öyle söylemiş. Şimdi bu eskort işini ilk duyduğumda hoşuma gitti fakat sonradan çok fazla dikkat çektiğini ufak köylerden geçerken anladım. O yüzden eskortun uzaklaşmasını, mümkünse gideceğim şehirde Borjomi'de beklemesini söyledim. Gene nasıl oldu anlamadım ama el kol hareketleri ile, biraz Rusça biraz İngilizce ile Borjomi'nin girişinde beni beklediler.
Ahiska Borjomi arası tamamen yeşil alan diyebiliriz. İstediğin yere kamp atabilirsin, sıkıntı çıkacak bir durum yok. Yoldan geçen araç sayısı da çok az. Sağda solda tepeler ağaçlar falan olmasına rağmen bu rüzgar neden hala karşıdan esiyor anlamış değilim.
İrili ufaklı bir çok köyden geçiyorum. Kimisi boşaltılmış kimisinde de de oturan birileri var gibi fakat etrafta insan yok. Ne bana hello diyen çocuklar, ne de garip bir şekilde bakan insanlar var. Gördüğüm tek şey her yerde inek olması. Yolda, çayırda, tepelerde.. Türkiye'de bu kadar büyükbaş hayvanı kırsal alanda hiç görmedim. Bu da sanırım dünyanın en pahalı etini yememizin sebebi.
Köy bölgelerinde araçlar yolda beni gördüklerinde epeyce uzaktan şerit değiştirmeye başlıyorlar. Bu gayet iyi oluyor; çünkü yollarda emniyet şeridi denen alan bu bölgede maalesef yok.
Sessiz sedasız yol alırken bayağı arkamdan biri korna ile tempo çalarak gelmeye başladı. Aha bu kesin Türk, melodiden belli! . Önüme geçip durdu. Araçtan iner inmez kendini tanıttı. Gürcistanlı iş adamı Tufan Bey. Muhteşem bir olay yaptığımı, özellikle de arkada Türk bayrağı asılı şekilde yol almama hayran olduğunu dile getirdi. Gürcistan halkının bir sıkıntı çıkartmayacağını, özellikle de bu bayraktan dolayı bana sempati ile bakacaklarını dile getirdi. Herhangi bir aksilik olursa da hemen kendisine ulaşmamı söyledi ve telefonunu verdi. Yolda İngilizce konuşan birilerine rastlamayı beklerken Türkçe konuşan biri ile karşılaşmak beni mutlu etti.
Bir 10 km gittim gene arkadan korna çalmaya başladı birileri ve önüme geçtiler. Bu seferki plaka farklıydı. Aboovv Araplar! 4 arkadaş araçtan indi. Selamın aleyküm dedik ve muhabbete başladık. Bu sene gördükleri ilk gezgin olduğumu söylediler. Bu sene!!! Muhabbet biraz ilerliyor, herif Arabistan'ın en meşhur gezgini çıkıyor. Araçtan bana katalog çıkartıyor. Abi herif Avrupa, Asya ve Afrikayı araçla gezmiş! Akşam Borjomi'de konaklayacaklar, beraber yemek yemeği teklif ettiler. Eh benim de hoşuma gidiyor, hem de anlatacak hikaye çok, belli. Borjomi'de şehir içinde görüşürüz diyoruz ve ayrılıyoruz. Konuşacak adam yok diyordum şansım açılmaya başladı.
Rüzgar biraz hız kesince ben de daha rahat pedallamaya başladım. Yolda bazen öyle bir sessizlik oluyor ki.. Sadece yanda akan nehrin, kulağa hoş gelen tınısı ve benim lastiğin sesi, bu sessizlik hoşuma gidiyor. İpod var inanır mısınız daha hiç kullanmadım öyle duruyor çantada.
2 saat sonra Borjomi'ye vardığımda polis hemen tabelanın önünde beni bekliyordu. Bana şehir içinde gene eşlik ettiler. Zaten dikkat çeken ben bu adamlarla ister istemez daha fazla dikkat çekmeye başladım. Yakındaki bir otele götürdüler beni. Bu arada Araplar da beni görmüş arkadan eşlik etmişler, otelin önünde konakladığımda fark ettim.
Otelle girilen sıkı bir pazarlık sonrası kişi başı 20 Lari'ye anlaşıyoruz. Ben bu gezgin Arapla aynı odada kalacağım. Bu arada otel parasını bana verdirtmiyorlar. Sen de bizim din kardeşimizsin diyip olayı bitiriyorlar. Odalara yerleşiyoruz. Sonrada arabaya atlayıp akşam yemeği için alan arıyoruz. Alan arıyoruz diyorum, çünkü bu adamlar yemekleri kendileri yapacaklarmış. Nehrin kenarında salaş bir yer buluyoruz. Yere hemen kocaman bir kilim seriliyor, onun üstüne bir halı, yer sofrası hazır! Yiyecekler çıkıyor dışarı bana sadece geç otur diyorlar. Bu arada sohbet de ediyoruz. Türkiye'de gezmediği il kalmamış bu herifin. Dağ bayır çıkmış gezmiş. Her sene bir ayını Türkiye'de gezerek geçiriyormuş. Bu arada gözüm donmuş tavuğa ilişiyor.. O tavuğu 4 kişi parçalamaya ayırmaya çalışıyorlar ama mıncıklaya mıncıklaya içine ettiler. Dur kardeşim çekilin hele dedim. Önce ateşteki sıcak sudan biraz koydum sonra da çakının testeresi ile kestim. Lan elleri temiz miydi acaba diye düşünürken sen kalk diğeri tepsiyi git nehirde yıka. Len o nehrin bir ucu ta Türkiye'de! Sıçtığını o nehre akıtmayan vilayet yok yakınlarda. Rengi olmuş bok rengi. Pis herif gitmiş orda yıkıyor. Eee dedim orası pis.. Bir şey olmaz diyip geçiştirdi. Baba biz zaten pis milletiz diyemedi tabi. Len size olmazsa bana hiçbir halt olmaz.
Neyse menü tavuklu pilav, düdüklüde yapılıyor. Ha düdüklü de bu orda orda yıkandı. Biraz benim turdan biraz onların hayatından konuştuk. Hepsi öğretmen, tatillerinde geziniyorlarmış. Sıkıntıları gittikleri ülkelerde kız arkadaş yapamamaları. Paraları için geliyormuş kızlar yanlarına. Eee yani şimdi yukarda Allah var yalan mı konuşayım din kardeşim. Bir şeyler demem lazım ya, sıkıntı sakaldan kaynaklanıyor diyip geçiştirdim. Sende de var demez mi. Len zibidi sendeki ile bendekinin şekli şemali aynı mı? : )
Neyse bu arada yemek oldu da muhabbet yarıda kaldı. Tertemiz olmuş tepsimize düdüklüdeki tavuklu pilavımız dökülüyor, üstüne domates ve soğan doğranıyor. Ortaya konuyor. Ulan ulaaaaaaann hayıırrrrrrr hepsi birden ellerini daldırıyor. Sıcak pilav önce bir ele alınıp çiğ köfte ebadına sokuluyor. Hafif hafif sıkıp bırakacaksın ki havalansın, sıcaklığı gitsin ağzın yanmasın haha! Len elnizi ne zaman yıkadınız? Benim elim yüzüm zaten yağ ve kir içinde, temizleyecek bir ortam olmadı ki henüz. Benim duraksadığımı görünce özür dilediler, bana tabak kaşık verdiler. Hemen önümdeki mıncıklanmamış bölümden alacağımı aldım yemeğe başladım bu zamana kadar da o tepsideki tüm pilav mıncıklanıp havalandırıldı. Yemek sonrası çay faslına geçildi. Kardeşim ben bu çayı sevmiyorum ama her yerde mutlaka denk geliyoruz bu çaya. Neyse ki bu seferki çok farklıydı hoşuma da gitti, ikinciyi istedim. Hindistan çayıymış. Bitirdikten sonra fark ettim ki yandaki nehirde bunları da yıkamış. Sanırım tadının güzel olmasında hafif boklu derenin de etkisi var hahah. Yemek faslı bitti, otele geri dönüldü. Ben odada üstümü başımı değiştirdim, duş aldım. Pat kapı açıldı, namaza geliyorsun di mi yerin hazır dedi. Namaz mı? O sıra adama müslümanım ama namaz kılmıyorum'dan girip kendi bakış açımı anlatmaktansa he he geliyorum diyip yanlarına gittim. İşte Allah’ın sevdiği kuluyum ki beni arkaya atmışlar. Duaları okuyup aynı hareketleri yaparaktan akşam ve sabah namazımı kılıp ertesi gün de bu gruptan ayrılıp Gori'ye doğru yola çıktım. Araplar da Tiflis'e geçtiler.
Sabah erkenden yola çıktım. Bu arada yol üstündeki tüm marketlerde durup kahvaltılık bir şeyler arıyorum. Beyaz peynir, salatalık, domates, zeytin, reçel, bal.. Girdiğim marketlerin hiç birinde yok. Ulan bu ülkenin insanı kahvaltıda ne yiyor? Bir markette havuç, patates ve marul gördüm. İnanın bizim ülkemizde çöpe atılan kısımlar o görüntüden kat ve kat iyidir. Yanımdaki erzakta çok azaldı. Fındık ezmesi bitmek üzere, Trabzon'da aldığım beton helvadan da çok az kaldı. Bir anda aklıma Erden Erunç geliyor, kas gücü ile şu anda kendisi dünyayı turluyor. Okyanustayken ona erzak yardımı yapılıyordu. Biri de bana uçakla şu yardımı yapsa hiç fena olmazdı. : ) Domates, salatalık, beyaz peynir, zeytin, fındık ezmesi, beton helva. Neyse yeşillik bir alanda bisikleti kenara çekip erzakdan yemeğe başladım. Enerjim yerine geldiğinde koyuldum yola.
15 km. sonra bir minübüs önümde durdu, genç bir çocuk araçtan indi, kendini tanıttı . Adı Levan ve Türkçe konuşmayı biliyor. "Yolda görünce durdum konuşmak istedim, sizi taktir ediyorum. İşim gereği bu güzergahta çok gider gelirim, Ahiska'da ve Borjomi'de de sizi gördüm, hep yanınızdan geçerken korna çalıyorum. Tek başınıza yol almaktan korkmuyor musunuz?" diye sordu. Arkadaki bayrağı bir daha gösterdim. Daha önce de Giresun çıkışında tanıştığım Olivier ve Sophie gibi ‘’Siz Türkler Çılgınsınız’’ dedi ve gideceğim yolda bana başarılar dileyip yanımdan ayrıldı.
Gün ilerledikçe rüzgarın şiddeti de artmaya başladı. Düz yolda hızım 10 km. kadar düştü. Yol alamamak beni rahatsız etmeye başladı. Harcadığım efor karşılığında aldığım yol hayal kırıklığı. Borjomi ile Gori arasında öyle bir yol var ki.. Söke ovasını bilmem bilir misiniz, küçük kalır diyeyim. Esen rüzgar artık hızımı 5 km.ye kadar düşürdü. Aklıma Murat Abi geldi. Gürkan rüzgar Karadeniz'de hep doğudan batıya eser haberin olsun demişti. Murat abi Gürcistan'da da o rüzgar devam ediyor; küçük bir farkla, şiddetini biraz arttırdı.
Yol üstünde bir markete giriyorum. Köhne bir yer.. O nee! salata var, domates var. Hemen hepsinden biraz biraz alıyorum. Oleeyy muz da var! Çok iyi geldi. Öğlen yemeğinde domatesli makarna yapıyorum kendime.
Öğleden sonra ilerlemeye devam ediyorum. Yolumun üstünde bir grup köylü tezgahlarını açmış elma satıyorlar. Geçen araçların hiç biri durmuyor bu teyze ve amcaların önünde. Ben duruyorum ve ''Gabarcova" (merhaba demek) diyorum, çok hoşlarına gidiyor. Gülüşüyorlar falan, kendi bisikletlerini gösteriyorlar. Elime poşet veriyorlar, kırmızı ve sarı elmaların en iyilerini içine atıyorlar. Ücreti soruyorum, bizden diyorlar git hadi diyip el sallıyorlar. Bisikletin yanına gidip ara gözlerin birinden Giresun'dan aldığımız Fiskobirlik fındıklarından bir poşet ben de onlara hediye ediyorum ve yanlarından ayrılıyorum. Hoşuma gidiyor bu tarz olaylar. Çünkü ortada bir konuşma olmuyor her şey gözler ve kalple yapılıyor. Dünyanın neresinde olursam olayım bu olay tekrar gerçekleşse gene aynı şeyler olurdu. Hatta benzerleri olacak yol boyunca biliyorum.
Gün boyunca yol aldım, yılmadım rüzgara karşı çok efor harcadım. Gori'ye yaklaştıkça yol çalışmaları başladı toz toprak içinde yol almaya başladım. Yolda otobüs ve tır sayılarında artış oldu. Tüm Türk kamyonları ve otobüsleri korna çalmaya başladı.
Geç de olsa Gori'ye varmayı başardım ama hava kararmıştı. Şehrin içine girince beton binalar rüzgarı kesti. O sırada kaslarımın sızladığını fark ettim. Civarda İngilizce konuşan birilerini soruyorum arıyorum, yok çıkmıyor. Otel diyerekten beni bir yere yönlendirdiler. Otel odası için 80 Lari istediler. Hadi len oldu . Otel zaten dökülüyor, internet yok, sıcak su var mı yok mu belli değil.. Çıktım ordan, ara sokaklarda gezinirken büyük bir binanın yan tarafında küçük yazı ile otel yazıyordu. Yahu bina dıştan süper de neden tabela küçük acaba dedim. Giriş için arka taraf gösterilmiş, binanın yanından bahçeye giriyorum. Bisikleti dışarıda bırakıyorum. Köhne bir arka kapısı var. Onu açıyorum bir kapı daha, içerden sesler geliyor. Onu da açıyorum içeri giriyorum. Ben diyim 30 siz diyin 40 kadın, cennet cennet haha! Geniş bir odada arada erkekler de var, muhabbet halindeler.. Altımda kapri üstümde bisiklet forması elimde kask. Kerhaneye de bu şekilde giren ilk insan ben olmuşumdur. Diyorum, yukardaki beni seviyor.
Gori'de şehir merkezinde sayılacak bir konumda Victoria sokağının paralelinde, sokağın başında olan bu yapı enlemesine 150 metrelik 3 katlı bir bina. Rus mimarisinin güzel örneklerinden biri. Binanın kolidorlarında radyo aktif sinyalizasyon sistemleri gene 40’lı yıllardan kalma, lambalar eski halılar falan. Bina dışarıdan tadilat görmüş ama içi dökülüyor. Bina eskiden ne amaçla kullanılıyordu öğrenemedim ama günümüzde ne amaçla kullandığını gördüm hatta orda da kaldım 10 Lari vererek. Gece boyunca kapım 3 defa kadınlar tarafından zorlansa da içimdeki istek ve arzu artsa da kulaklarımı tulumun içine gömüp uyudum çamur ve pislik içinde. Kerhanenin banyosunda hayvan bağlasanız durmaz. Buna da şükür dedim. En azından kitli bir kapı ve bütün eşyalarım yanımda. Bu arada ne olur ne olmaz diye de babama gps'den kerhanenin kordinatlarını yolladım hahaha. arkadaşlar Gürcistan'a gidecek olan varsa yolu da Gori'den geçiyorsa koordinatı atarım kendisine.
Sabah kalktığımda çok güzel uyuduğumu fark ettim. Duvarları neden örmüş bu herifler hiç mi ses geçirmiyor anlamadım ki. Ne yaptılarsa yalıtım süper. Sabah erkenden binadan ayrıldım yola koyuldum. Merkezden çıkıp Tiflis e doğru yönelince anladım ki bugün bu yol bitmeyecek 78 km uzağımda olan Tiflis e bu fırtınada gitmemin imkanı yoktu. Gori den kaçarcasına ayrıldığım için yanımda sadece bir litre su olduğunu fark ettim. 5-6 km sonrada yol biranda otoban a döndü üstelik asfalt değil beton oldu ve yan tarafda artık emniyet şeridim vardı bu iyi oldu. Beton asfalt sürtünmeyi azalttı azaltmasına da gidemedikten sonra neye yarar. Hızım saatlerce 5km ile 10 km arasında gidip geldi ve geniş bir arazide soldan gelen sert bir rüzgar bisikletle beni yan tarafa devirdi. Spd leri pedallardan çıkartmadım bile yükler düşüşü hafifletti hızımda olmadığından bir şey olmadı ama bu rüzgarda da gidemeyeceğimi anlamış oldum yakınlardaki bir yapının içine sığındım rüzgar dinene kadar orda birkaç saat bekledim. Okuyacak bir şey olmadığından ipod çıkartıp müzik dinledim. Rüzgarın nedeni belli oldu öyle bir kara bulut var ki karşımda iyi yağmur yağıyordu ileride. Birkaç saat daha yol alarak günü erken bitirdim. Tiflis e varmamın imkanı yoktu ve önümde yağmur vardı. Ve suyumda çok azdı civarda su alacak bir yerde bulamadım. Yanımda üç tane boş şişe vardı fakat civarda arıtacağım su bile yoktu. Bu arada düştüğümde arka aktarıcıda bir sorun oluştu onuda tamir etmem gerekiyordu ve daha fazla yol almamak ayrıca susamamak için ilk gördüğüm çamlık alanda durdum. Bu arada yediğim toz çamur birikimi sakallarımda saçımda artık elime gelmeye başladı. Çadırı kurdum. Ocağı çıkardım açlığımı bastırmak için biraz helva yedim. Elimdeki suyun yarısını makarnaya kullandım. Diğer yarısını içerim diye düşünürken fırtına benim tencereyi devirdi su gitti. Eh ne yapalım diğer suyu da kullandım. Yanımdakı elmalardan su ihtiyacımı gideririm diye düşündüm yemeği yedim etrafı topladım daha hava kararmamışken kendimi çadıra attım. Yaklaşık 1 saat sonra da yağmur yağmaya başladı. Rüzgar ve yağmur birleşince açık arazide eminimki beni bitirirdi iyiki erkenden bu kampı kurdum çok sevindim bu duruma. Tam bu sırada, Gökova pedallarımın altında, ege de yaptığımız turda kamp çadırı içinde yakalandığımız yoğun yağmur geldi aklıma. Çam dibine çadır kurmuştuk ve çamın oluklarından akan yogun su çadırın alt tarafını bayağ bir sulak araziye çevirmişti. Aklıma daha once bir yerde gördüğüm şu olay geldi. Hemen botumun bağcıklarını cözdüm . Sandaletleri giyip dışarı çıktım. Çam ağcının o kabarmış kırılmak üzere olan gövdesindeki boşluklara bağcıkları yerleştirdim uçlarını da boş pet şişelerine sarkıttım. Sonrada çadıra geri döndüm. Yediğim yağmur üstümdeki tozu çamura dönüştürdü. Saatler sonra yağmur şiddetini azalttığında dışarı geri çıktım . İki pet şişesi de ağzına kadar dolmuştu. Su arıtma cihazını çıkartarak bu şişelerdeki suları boş olan diğer şişeye aktardım . Tadımı? Hayatımda içtiğim en güzel su buydu işte . Üstüm başım çamur oldu ama değdi buna. içim kurumuştu.
Sabah uyandığımda kuşlar böcekler hepsi çadıra toplanmıştı. çadırın üstünden 7-8 tane uğur böceği attım . Sümüklü böcekler örümcekler ve bazı diğer haşereler çadırın dışında toplanmışlar bana günaydın diyorlardı.
Önce kahvaltımı yaptım . Ardından arka aktarıcı ile uğraştım biraz zaman aldı ama şuanda gayet iyi çalışıyor. Etrafı topladım çantaları taktım . Tiflis e doğru pedalladım.
Şehir 28 km ilerdeydi saat e baktım 7:30 am süper elçilik işlemlerini bile halledebilirdim. Şehrin içine girdikçe bunalmaya başladım günlerdir sessiz sakın yollarda pedal çevirmekten bu kargaşa rahatsız etti. İngilizce bilen birileri arıyorum gene veya elçiliği soruyorum ama kimse yanıt veremiyor. Öyle bilinçsizce şehir merkezine doğru iniyorum yaklaşık 1 saat kadar gidiyorum. En sonunda o kalabalık içinde bir polis görüyorum. Elçiliği soruyorum hemen ilerden sağa dön sonrada sol yap diyor. Sonunda İngilizce bilen bir memur. Zaten kimseye sormadan koca şehirde elçiliğe kadar gitmişim ben ..
Bağdat caddesi gibi bir caddeye çıkıyorum Çavçavaye adı. 37 numarada elçiliğimizi buluyorum kapıda ki görevliler bana bakıyorlar hello diyorlar. Nasıl ya kendi elçiliğimizde İngilizcemi konuşacağız diyorum. Kapıda ki görevli hemen kapıyı açıyor ya kusura bakmayın genellikle yabancılar geliyorda böyle yabancı sandık diyorlar. Eee üstümdeki bayrakları görmediniz mi kardeşim. Neyse elçi hariç herkesle tanışıyorum. Muhabbet ediyorum. Pasaportumun süresini uzatıyorum. Türkiyede ki fiyatla nerdeyse yarı yarıya fark var. Ardından Azerbaycan elçiliğine gidiyorum ordaki vizenin süresini de hemen uzatıyorum. Bankaya para çekmeye gidiyorum. Ve banka kartımı yutuyor haydaaaaaaaaaaaa. Aha şimdi anlat derdini. Eczanenin dışında olan bu atm nin içerden hangi bankaya ait olduğunu öğreniyorum. O bankaya gidiyorum. Görevlilere durumu izah ediyorum akşam 5 de alabileceğimi söylüyorlar bu sırada bisikletim elçilikte duruyor. Bende oraya dönerken yolda telefonla Türkçe konuşan birini duyuyorum tam dönüyorum o da benim üstümdeki Türk bayrağını görünce duruyor. Tanışıyoruz hemen orda ikimizde elçiliğe gidiyoruz o işlerini ben işlerimi halledip onun kaldığı otele gidiyorum 300 dolar ile 100 dolar arasında otel fıyatları degısıyor pansıyon da aynı fiyatlarda nerdeyse ucuz bır konaklama şekli yok anlaşıldı. Otel sahibi kadına ben biraz ağlıyorum kısıtlı param olduğunu Japonya ya kadar gideceğimi anlatıyorum 75 dolara düşüyor . Bende bu otele yerleşiyorum her şey var . Hemen duş alıyorum ardından kartı almaya gıdıyorum Sonrada Akşam yemeği için mertle dışarı çıkıyoruz. Kendisi buraya iş için gelmiş inşallah ihaleyi kazanıp buradan Bakü ye geçecek eğer orda da uzun kalırsa orda da buluşacağız. Ve tesadüf eseri ankara da benim dükkana gelip bir kaç defa yemek yediğinide öğreniyorum. Dünya cidden küçük. Fazla uzun yazdım şimdi Tiflis de dolanmaya çıkıyorum akşama fotolar gelir
Türközü - Ahıska 20 km
Ahıska - Borjomi 67 km
Borjomı - Gori 82 km
Gori - Tiflis 78
Yarın gidilecek yol
Tiflis - Rustavi 65
Gürcistan etabı toplam 321 km
Gürcistan içinde kaybettiğim Toplam Kalori 12235
Pedal çevirme süresi 23 saat 34dk.
Rakım en fazla 820 en az 620 metre
Gönderen Gurkan Genc zaman: 01:00 13 yorum