Geçen gün çocuklarla tam da köprü trafiğinin civcivli zamanında yola dökülmem gerekti
Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuk hepimiz için oldukça zorlu geçti. Baştaki bıdı bıdı konuşmalar sonlara doğru SIKILDIM’lara dönüştü. Derin bile Hadi Annneee! demeyi öğrendi.
Twitter’daki veryansınımı duyan bazı annelerin arabada DVD player kullanmak, akıllı telefonlarda film göstermek gibi önerileri oldu. Biz çocuklarla arabada uzun süreli vakit geçirmediğimizden şimdiye kadar öyle bir arayışa pek girmedik. Uzun süreli uçak yolculuklarında çok işe yaradığını bildiğim bu uygulamayı da yanımızdaki telefonla geçiştirmeye çalıştık. Ancak biliyorum ki arabada çocuklara film göstersem çocuklar değil 1,5 saat, 1,5 gün boyunca gıkları çıkmadan giderler.
Şimdiki çocuklar sıkılmayı bilmiyor. Daha doğrusu, sıkılmaya tahammülleri yok.
Tamam, genelleme yapmak doğru değil. Şimdi birisi kalkıp “Yoo, benim çocuğum gayet de güzel sıkılıyor” diyebilir.
Politik konuşayım: Gözlemlerime göre, etrafımdaki çocukların çoğu sıkılmak nedir, bilmiyor. Çünkü fırsat vermiyoruz onlara. Boş bırakmıyoruz onları. Dolayısıyla en ufak bir boşlukta ne yapacaklarını şaşırıyor, zıvanadan çıkıyorlar.
Bakıyorum da… Biz zamane ebeveynleri sürekli çocukları oyalama gayesindeyiz. Nereye gidelim? Ne yapalım? Ne seyredelim? Ne oynayalım?
Ne zaman arkadaşlarım bize oturmaya gelse, birlikteliğimiz oturup sohbet etmekten ziyade çocuklarla oynamakla geçiyor. Benim arkadaşım çocuğumla lego oynamak zorunda mı kardeşim?!
Bu aralar annem bizde vakit geçiriyor. Çocuklar sürekli tepesindeler onun. Akşama ne yemek yapacağımızı bile konuşamıyoruz bazen. Diyelim beş dakika kendi kendilerini mi oyaladılar? Anne, bak ne yaptım! Yetmedi, anneanne sen de bak! Pazar sabahı olmuş, babaları kırk yılda bir uyuyor. Niye uyuyor, uyansın. Pışııık? Başka istediğin?
En iyi çocuk okula giden çocuktur diyorum ya… Çünkü evde oldukları zaman sürekli bir oyalama derdi var. Vallahi ev işi değil bana koyan. Oyun kur, oyun oyna beni bitiriyor..
Soruyorum yine: babaannem altı çocuğunun hangisine bu kadar vakit ayırırmış acaba? Otomatik çamaşır makinelerinin, bulaşık makinelerinin olmadığı, oyuncakların tel arabalardan, makaralardan, topaçlardan ibaret olduğu, çocukların oyuncak yokluğunda“beş taş” gibi oyunlar türettiği (ve çok da eğlendiği!) günlerde benim çocuklarıma bir günde okuduğum kitabı kadar kitabı babaannem hayatı boyunca altı çocuğuna okumuş mudur?
Hiç düşünemiyorum babaannemin bir arkadaşının ona kahve içmeye gelip de oturup babamla tren yolu inşa ettiğini ya da halamla evcilik oynadığını. Ya biz? Bak işte bugün kız kardeşim Portekiz’den geliyor, acaba çocuklar uyanıkken iki kelime konuşabilecek miyiz?
Deniz daha çok uyuyor bu anlattığım profile. Derin daha kendini-oyalayan cinsten. İlk çocuk/ilk torun sendromu diyorum ben buna. Ne de olsa üç sene boyunca benimleydi ve ben de sadece onunlaydım. Önceliğim hep oydu. O varken ev işi ikinci plandaydı. O uyurken toplardım ortalığı, yapardım yemekleri.
Babaannemin böyle bir şey yaptığını düşünemiyorum. Bütün gün çocuklarla oynayacak, sonra altısını birden uyutacak da ondan sonra yemek yapacak?.. Olllldu!
Okulun da bu anlamda olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Çocuklar erken yaşta okula gidiyorlar (Allah razı olsun), ancak orada sürekli bir hareket halindeler. Oyun saati. Boyama saati. Bahçe saati. O saati. Bu saati. Eh, çocuk bunu evde de devam ettirmek istiyor. Sürekli “Anne hadi oynayalıııım!” duymaktan fenalık geliyor bazen. “Oynasana çocuğum, benden ne istiyorsun?” demek istiyorum.
Biz zamane ebeveynleri bazen fazla ciddiye alıyoruz bu ebeveynlik işini. Fazla üzerine düşüyoruz çocuklarımızın. Olduklarından çok daha kırılgan sanıyoruz onları. Aman onunla “kaliteli zaman” geçirelim. Aman eğitici oyuncaklar verelim önlerine.
Aman özgüvenleri gelişsin. Aman azarlamayalım. Sakın ha sesimizi yükseltmeyelim. Zinhar bir fiske vurmayalım.
Benim annem bana terlik fırlatırdı yahu. Şaplak da yedim kaç kere. Teybi bozdu diye kardeşimi kapının önüne koymuştu bir seferinde, hiç unutmuyorum. Ne oldu şimdi? Ben de, kız kardeşim de asosyal, silik, kendine güvensiz tipler mi olduk?
Yanlış anlaşılmasın. Bağırmayı, vurmayı, büyüklüğümüze, cüsselerimize sığınıp çocukları ezmeyi savunuyor değilim. Çocuğun bir birey olarak görülmesi gerektiğine başından beri inandım, öyle de yaptım. Sus bakayım sen! Büyükler konuşurken çocuklar susar. Sen karışma. Çocukken bizlere söylenen bu sözleri ben çocuklarıma söylemiyorum.
Ama bu kadar da mükemmel ebeveyn olmaya çalışmak, bu kadar eşitlikçi olmak doğru değil gibi geliyor bana. İş patlıyor bir yerlerde. Arkadaş değiliz ki…
Anne-baba olduktan sonra çocukların hayatımızda ağırlıklı olarak yer tutması işin doğasında var. Ama çocuklar da, kendi doğaları gereği, bencil yaratıklar. Ne kadar ilgi gösterirsen bir o kadar daha istiyorlar. Eve on kişilik misafir grubu gelsin, onunu da oyununa dahil edebilir çocuk.
Ben çocukken eve misafir geldiğinde annemler bizi odamıza gönderirlerdi. Biz de orada oynardık. Çok iyi hatırlıyorum. Şimdi benim arkadaşlarım geldiğinde çocuklar kendi arkadaşları gelmiş gibi seviniyor.
Herkes için böyledir demiyorum. Çocuklarına kendi kendini oyalamayı öğretmiş anne-babaların önünde şapka çıkarıyorum. Ancak benim gördüğüm kadarıyla -ki yurtdışında yaşayan arkadaşlarımda da benzer gözlemlerde bulundum- zamane çocukları genelde anne-babalarından onları “eylemelerini” bekliyorlar.
Değişen devrin, yeni nesil ebeveynliğin bir sonucu olsa gerek bu…
Özgüvenli bireyler yetiştireceğiz derken, herkesin kendi yerini bilmesi gerektiğini unutuyoruz bazen. Oysa çocuk çocukluğunu, ebeveyn ebeveynliğini bilmeli.
ALINTI: http://blogcuanne.com/2011/12/22/cocuk-dedigin-sikilir/