30 yıllık psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu, hastalarının ilginç yaşam öykülerini ‘Madalyonun İçi’ adlı kitapta topladı. Kitaptaki yaşanmış öykülerden birinde şizofreni hastası kadın, iş arkadaşlarının kendisini kameraya aldığını sanıyor, bir diğerinde evli çift bozulan ilişkilerini, internette birbirlerine mail göndererek yeniden canlandırıyor.
- Hastalarınızın çoğu kadın. Bu tesadüf mü, yoksa ilginç olanlar kadın hastalar mı?
Bana gelen hastaların üçte ikisini kadınlar oluşturur. Kadınlar sadece psikiyatriye değil, tıbbın diğer dallarına da erkeklerden daha fazla başvururlar. İkinci etken de psikiyatrinin ağır ve ciddi hastalıkları daha çok genç erkeklerde görülürken, nörotik hastalıklar daha çok kadınları sever. Psikiyatrinin en sık görülen hastalıkları ise nörotik hastalıklar. Yani fobiler, depresyonlar, panik ataklar, obsesif bozukluklar. Ve son olarak kadınlar sorunlarını anlatmayı, paylaşmayı, ilgi görmeyi, önemsenmeyi daha çok ister ve yardım istemekten çekinmezler. Erkekler ise ancak son aşamada ve çaresiz kaldıklarında doktora gelirler.
- Hastaların bazılarının hasta olduğu yıllarca anlaşılmamış bile. Aramızda bu kadar çok hasta mı dolaşıyor?
Meslektaşlarımız arasında ‘Asıl gelmesi gerekenler sokakta gezer, bize gelmek daha çok onların yakınlarına düşer’ sözü sık söylenir. Ciddi ruhsal problemi olan insanların pek çoğu maalesef gelmiyor. Psikiyatrlara eskiye göre çok daha kolay başvurulsa da sokakta gezen, hiç tedavi görmeyen hastaların sayısı hálá fazla.
- Başvuranlar en çok hangi sorunlarını anlatmakta zorlanıyorlar? Hiç taraf oluyor musunuz?
Ülkemizde tabu kabul edilen cinsel sorunlar, hastaları zorlayan sorunların başında gelir. Ayrıca illegal ilişkilerini de hasta, doktora yeteri kadar güvenmeden anlatmaz. Zaman zaman bilinçli olarak taraf oluyorum. Eğer bana başvuran kişinin yanlış yöne gittiğini hissedersem, açıkça taraf olurum.
- İnsanın akli dengesinin bozulması kolay gibi geliyor...
Bu yorumunuza katılmıyorum. Akıl sağlığının tamamen bozulması yani halk arasındaki adıyla ‘delilik’ (psikotik hastalık) çok kolay bir şey değil. Öyle biraz sıkılmakla, akut travmalarla veya dertlerle insanlar hemen psikotik olmazlar, olamazlar. Her şeyden önce yapısal özellikler gerekir. Genlerde böyle bir yatkınlık yoksa kişinin deli olabilmesi pek mümkün değil. Ancak genlerde varsa, çok genç yaşlarda bu hastalık birdenbire ortaya çıkabilir.
BİZ DE YALPALARIZ
- Terapistler ne zaman yalpalar? En çok hangi hastalar, durumlar sizi zorluyor?
Terapistler de sık sık yalpalar ve el yordamı, göz kararıyla, kendi bilgi ve deneyimlerine dayanarak bir çıkış bulmaya çalışırlar. Psikiyatrın kendine has bir tarzı ve yöntemi vardır. Yani psikiyatri bilimi, uygulamada bir sanattır. Psikiyatrın kişiliği, geçmişi ve yaşam şekli bile bu süreci etkileyebilir. Örneğin hiç evlenmemiş, özgürlüğüne düşkün, yalnız yaşayan bir psikiyatr, boşanmalara daha sıcak bakabilirken, anne-babası o küçükken boşanmış, parçalanmış ailenin sancılarını bizzat yaşamış bir başkası veya evliliği kutsal sayan, iyi bir evliliği olan biri, kendisine başvuran ve boşanmak isteyen insanlara farklı davranabilir, farklı doğruları savunabilirler. Bir erkek psikiyatr erkekleri, kadın psikiyatrlar ise kadınları daha kolay anlayabilir ve kendi hemcinslerini açıkça destekleyebilir yani taraf olabilirler.
- Siz terapiye ihtiyaç duyuyor musunuz? Psikiyatristler dağılmaz mı hiç acaba?
Terapiye ihtiyaç duyuyor muyum bilmiyorum ama kendim gibi bir doktorum olsun isterdim. Çünkü bazen çok dolu hissediyorum kendimi ve birine bunları bütün açıklığı ile anlatabilmek istiyorum. Psikiyatrlar aslında çok yalnız insanlardır. Çevreniz, en yakınlarınız bile size ‘nasılsın’ demeyi unuturlar. Siz de tek göreviniz başkalarını dinlemekmiş gibi, özel hayatınızda bile bu alışkanlığınızı sürdürürsünüz.
Önce dayak yiyor sonra sevişiyordu
Jale, kendisinden üstün meziyetlere sahip olduğunu düşündüğü, yakışıklı eşiyle tutkulu bir aşk yaşadıktan sonra evlenmişti. Duygusal, romantik, hassas ve kırılgan olan Jale, dünyaya gelen bebeklerine bizzat bakmayı üstlenince işlerden çabuk yorulmuştu. Yüzü gülmemeye başlamıştı. Eşiyle ilişkisi her anlamda bozulmuştu. Eşinin onu sevmediği düşüncesiyle yatağa bile düşmüştü.
En son gittiği psikiyatrist depresyon tanısı koydu. Tedavi başladıktan sonra işine döndü. Bir gün işyerine imzasız gelen bir mektupla ve ardından maillerle ateşli yazışmalara başladı. Bir gün bu mektupların sahibiyle buluşmaya karar verdi. Anlaştıkları yere gidince, mailleştiği ve aşık olduğu adamın kocası olduğunu gördü. ‘Sen kötüsün, sana asla güvenmeyeceğim’ diyen kocası, Jale’yi dövdü. Dayakların arkası kesilmedi. Ama dayağın ardından hiçbir şey olmamış gibi sevişmeleri Jale’yi mutlu ediyordu nedense. İkisi de bundan şikayetçi değildi ama evde çocukları vardı. Yine psikiyatriste gitti Jale. Psikiyatristi yazışma dışında iletişim yolu bulamayan çifte internet üzerinden mesajlamaya devam etmelerini önerdi. İşe yaradı!
Arkadaşım tuvalete kamera koymuş
Genç mühendis Rezzan, şizofreni hastasıdır. Aynı işyerinde çalışan ve kendine aşık olduğunu sandığı meslektaşının içindeki cini çıkardığını söyler. Üstelik bu arkadaşı tuvalete, odasına bile kamera sokarak Rezzan’ın tüm yaşamını kaydediyordur. İşyerinde herkes Rezzan’dan kaçıyordur. O da uyku uyuyamıyor, kişisel bakımını dahi yapamıyordur. Yapılan terapilerde Rezzan’ın titiz, kuralcı, toleranssız bir annesi, boyun eğen bir babası olduğu, aralarında iletişim bulunmadığı, ‘ölüler evi burası’ diyen ablasının, annenin baskısına dayanamayarak çocuk denilecek yaşta intiharı seçtiği öğrenilir. Babasının ‘kendi halinde, çalışkan, terbiyeli, gezmeyi tozmayı sevmez’ diye tanımladığı, hiç arkadaşı olmayan Rezzan doktorunu uğraştırır. Ama sonrasında terapiler ve ilaçlarla, işine geri döner. Hatta kuaföre giderek, kendine giysiler alarak bakımlı bir genç kadın olmaya başlar. Hastalığını tam olarak atlatamaz belki ama en azından aklından geçenleri etrafıyla değil doktoruyla paylaşmayı öğrenir. İşini sürdürebilir.
Çocukları seviyor ama saymıyoruz
Ben ‘Madalyonun İçi’ni en çok annelerin, babaların okumasını istiyorum. Toprağa ektiğiniz çiçekler bile birbirinden farklı büyür. Aynı tohumu ektiğiniz halde kimi kısa sürede rengarenk çiçekler açar, kimi yaprak bile veremeden kavrulur kalır. İnsanlar da çiçekler gibidir. Eğer yeteri kadar sevilmez, korunmaz, kollanmaz, önemsenmezse gelecekte sağlıklı, mutlu, huzurlu, güvenli, çevresine saygılı, başarılı biri olamaz. Böyle çocuklar ne kendilerini, ne de başkalarını sevmeyi öğrenir, ne kendilerine ne de hayata bir şey veremeden göçüp giderler. Çocuklarımız bizim vasıtamızla dünyaya gelirler ancak onların sahibi biz değiliz. Onlar, yine onlara aittir. Özellikle bizim gibi aile bağları çok kuvvetli, birbirine bağımlılık derecesinde düşkünlük gösteren ülkelerin çocukları bu anlamda hem çok şanslı hem çok şanssız. Onları seviyor ama saymıyoruz. Kendi doğrularımızı kabul ettirmekte çok zorluyoruz onları. İstemeseler de bol bol veriyor ve borçlandırıyoruz gençleri. Bir türlü ödemekle bitiremeyecekleri borçların altında yıllarca eziliyorlar.
http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~436@nvid~484133,00.asp